Haber: Ahmet Dik – Eskişehir / Kapak Fotoğrafı: Depophotos
Türkiye, çeşitli mezhep ve dini inancı sahiplenen bireylerin, farklı ırkların, dillerin ve cinsiyetlerin yaşadığı tarihi bir kara parçası, yüzyıllardır aldığı göçlerle bu gruplar kimi zaman azınlığa düşmüş. Günümüzde bu farklı mezhepler ve dini inançlara sahip bireyler acaba “ayrımcılığa” uğruyor mu? Yaşamda nelerle karşılaşıyorlar? Onların gözüyle bu soruya yanıt aradık…
Eskişehir’in adı çok duyulan Kuyubaşı mahallesi, yıllardır “göçmenlere ve Romanlara” ev sahipliği yapıyor, mahallenin resmiyetteki adı Zafer Mahallesi. Eskişehir’in Tepebaşı ilçesine bağlı, eski bir yerleşke.
Kuyubaşı denildiğinde, basında sık yer aldığı için akla ilk gelen, uyuşturucu operasyonları, şafak baskınları gibi olaylar oluyor. Önceki yıllarda bir yabancının adım atmaya çekindiği yerlerdendi. Mahalleye girdiğinizde, gençler yolunuzu çevirirdi, mahalleden çıkarken de polis GBT için durdururdu.
Sezer, (*) otuzlu yaşlarda, Kuyubaşı’nda büyümüş, Kırşehirli bir Roman. Ailesi ve akrabalarının göç serüveninde, İstanbul Kasımpaşa da var. Sezer doğduktan sonra yerleşiyor aile Eskişehir’e. Burada serbest meslek ve ticaret ile uğraşan baba, Sezer’in doğumundan iki yıl sonra vefat ediyor. Sezer’i ablası ve annesi büyütüyor.
Maddi imkansızlıklar ile küçük yaşta mücadele etmeye başladığını söyleyen Sezer, “O zamanlar okulun anlamsız olduğunu düşünürdüm, -zamanı çalıyor- diye. Okula gideceğime para kazanmak için uğraş vermek isterdim ama ablam hep kızardı. Onun sayesinde liseyi bitirdim. Ablam, benden daha çok çaba gösterdi okulu bitirmem için. Ama ben her fırsatta para kazanmak için çalışıyordum. Düğün salonlarında çalışırdım, bir şeyler alıp satardım. Bulurdum bir şekilde yolumu.” Diye söze başlıyor.
Sezer, kimliği sebebiyle küçük yaşlardan beri ayrımcılığa maruz kaldığını dile getiriyor:
“Mahallede arkadaşlarımla oynarken çok rahattım ama mahalle dışına çıkınca çekinmeye başlardım, herkesin gözü sanki benim üstümdeymiş gibi. Sonraları kafama dank etti. Bize sürekli ‘çingene aşağı çingene yukarı’ diyorlardı. Büyüklerimizin ‘biz çingene değiliz, Romanız.’ Diye tembihlerini de duyardım. Çocuk yaşta önem vermiyorsun ama büyüdükçe işin rengi değişiyor. Lise döneminde kavgacı biri haline geldim. Yakın arkadaşlarım hariç, bir başkası kimliğimle dalga geçse kavga ederdim. Alay ettirmek istemezdim kendimle.”
Aynı zamanda Alevi olduğunu belirten Sezer birbirinden farklı mezheplerdeki insanların ayrımcılığa uğradığını anlatıyor:
“Lisede boynuma Zülfikar kolyesi takmaya başlamıştım. Görünce özeniyorduk tabii mahalledeki abilerden. Onlar kollarına falan dövme yaptırıyordu, hoşumuza giderdi böyle şeyler. Aslında dini inançlara çok fazla bağlı olan birisi değilim. Öyle camiye, cemevine gidip ibadetlere katılmam. Ha bir de şu durum var, sünnileşen bir alevi toplumu mevcut. Yılların baskısıyla mecburi tercih durumuna getirilmiş insanlar. Asimilasyon denen şeyi yedirmişler insanların içlerine. Herkesin ibadeti kendine tabii ama utanılacak bir durum yok. Tanıdığım arkadaşlarım var, ailesi namaz kılıyor mesela ve doğal olarak bizde bu durum yadırganıyor. Nasıl derler hani, koyu yaşayanlar var aleviliği mesela. Onlar sünnileşmiş alevilere tepki gösteriyorlar tabii. Ayrım her yerde yapılıyor açıkçası. Kimse, kimsenin bu anlamda ibadetine karışmamalı. Yani isteyen camiye gitsin, isteyen ceme katılsın.”
Armanç, 28 yaşında Diyarbakırlı bir özel sektör çalışanı. 2 yıllık üniversite mezunu olduktan sonra askerlik görevini yapmış ve iş hayatına atılmış.
Ailesi ile farklı illerde yaşadığı için ekonomik anlamda güçlük çektiği belirten Armanç, “Ailem İstanbul’da yaşıyor. İki abim var, onlar da aileyle beraber. Ben İstanbul’da yaşamak istemedim. Üniversite sonrası, askerlikti, işti falan derken o kalabalık şehre dönmek istemedim açıkçası. Aslında kendi ayaklarım üzerinde durmak için de böyle bir yola girdim sayılır. Sonuç olarak çalışıp para kazanmak için illa İstanbul’da yaşamaya gerek yok. Aksine stresi çok İstanbul’un.” Diyor.
Aile evinden ve İstanbul’dan ayrıldıktan sonra Kürt kimliğinden kaynaklı sorunlar yaşadığını dile getiren Armanç, “İlk şehir dışına taşındığımda arkadaşlarımın yanında kalmıştım. Sonra ayrı bir eve çıkmak istedik arkadaşımla. Hiç unutmuyorum, bir ev sahibi ile görüştük o zaman. Neredeyse her şeyde anlaştık. Konu ‘Nerelisiniz bakalım gençler?’e geldi. Ben Diyarbakırlı olduğumu söylediğimde vatandaş, ‘Kürt müsün?’ diye sordu. Ben de ‘Evet ama yıllardır ailemle İstanbul’da yaşıyoruz’ dedim. Sonra evi aileye vereceğini, öğrenciye vermeyeceğini beyan etti. Çıktık dışarı, o ara insan mantıklı bir şey arıyor. Yani evi göstermişsin bize, anlaşmışız her şeyde sonra Kürt olduğumuzu öğrendikten sonra neden vazgeçiyorsun? Aklım gerçekten almıyor.” İfadelerini kullanıyor.
Kürt kimliği sebebi ile askere giderken çekinceleri olduğunu, ancak erken yaşta askerliği aradan çıkarmak istediğini ifade eden Armanç, sonrasını şöyle anlatıyor:
“Üniversite bitti, askerliğe direkt başvurdum. Çünkü bir işe girsen ya da iş kursan da hep askerlik önüne çıkıyor. Ben de zaman kaybetmeden gidip görevimi yapayım dedim. Daha askerliğin ilk günü, nizamiyeden içeriye girdik. Komutan evrak işlerini falan yaptırıyor, döndü ‘Kürt müsün?’ diye sordu. ‘Evet komutanım’ dedim ben de. Sonra ‘Vatanına, milletine bağlı bir Kürt müsün?’ dedi. Ne diyeceğimi bilemedim, korkuyorum. Yani yaşanılan siyasal olaylar var ve bu durum yüzünden bütün Kürtleri adeta düşman gibi görüyorlar. Oysa Türk-Kürt bu ülke için beraber savaşmış, mücadele etmiş falan ama bu düşmanlık neden?”
Armanç, askerde acemi eğitiminin kendi açısından zor geçtiğini, usta birliğinde ise ayrımcılık gördüğünü anlatıyor;
“Usta birliği sürecim bol bol nöbet eşliğinde geçti. Bölüğün yazıcısı vardı, ona soruyordum ‘neden ben sürekli nöbet tutuyorum?’ diye, o da ‘Komutan öyle istiyor’ diyerek konuyu kapatıyordu. Korkumdan soramıyordum da komutana. Herkes günde 2 saat nöbet tutuyorsa ben 4 saat tutuyordum. Asker sayısı da yetersiz değildi. Ama işte –Kürt Armanç tutar bütün nöbetleri.- Bu ayrım yüzünden askerde de dikkatimi çeken gruplaşmalar oldu. Gidiyordum kantine mesela, Kürtler aynı masada, Karadenizliler aynı masada. Hemşericilik askerde fazlasıyla yaşanıyor. Kimisinin parası yok, kimisinin duygusal derdi çok. Herkes birbirine destek olmaya çalışıyordu. E, tabi bu da işte Mardinli ile Mardinli, Trabzonlu ile Trabzonluyu buluşturuyor.”
Ayrımcılığın, ırkçılığın bütün dünya coğrafyasında kötü eylem sayılması gerektiğini, dünyanın bütün ırklar için olduğunu dile getiren Armanç, şunları söyledi:“Kötü şeyler eskidendi, büyük savaşlar falan. Bahsettiğim –Hitler aklı- yani. Kimse kimseden üstün değildir. Herkes eşit doğdu ve eşit ölecek. Bu coğrafyada sadece Türk, Kürt, Çerkez, Laz, Arap gibi ırklar var. Dünyada çok fazla ırk var. Az olmanın sorunu ne peki? Bu ezilmek için bir neden mi? Bırakın insanlar kendi kültürleri ile büyüsünler, kendi dillerini öğrensinler, öğretsinler. Zenginlik böyle bir şey değil midir? Bir dünya düşleyelim, herkes barış ve huzur içinde yaşasın. Silah değil, sevgi üretilsin. Gençler kardeşçe ve arkadaş olarak bir arada büyüsün. Temennim bu.”
(*) Sezer ve Armanç soyadlarını saklı tutmak istediler.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. KVKK uyarıları ve detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.