12 Mayıs 2025 Pazartesi
Faruk Bildirici
Sözcü TV Ana Haber Sunucusu Fatih Portakal da Akşener’in, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile anlaştığı ve yardımcısı olacağını ilan ediyordu:
“Akşener’in Cumhurbaşkanı Yardımcısı olması kesinleşti gibi. Biliyorsunuz AK Parti’nin büyük kongresi 23 Şubat’ta. Mart’ta, yeni kabinede Cumhurbaşkanı Yardımcısı olarak Meral Akşener de olacak. Onun ismini duyacağız.
Zaten önce çevresindeki adamları gönderdi. Önümüzdeki günlerde Ünal Karaman da geçecek. Net bir şekilde onu da sizlerle paylaşayım. Bu da işte duruşsuzluk başka bir şey değil. Yazık.
Cevdet Yılmaz devam edecek mi etmeyecek mi? İkinci bir Cumhurbaşkanı Yardımcısı olacak mı bilmiyorum? Ama Meral Akşener’in de Cumhurbaşkanı Yardımcısı olması kesinleşmiş. Eller sıkışılmış. Hayırlısı olsun diyelim.”
Fatih Portakal, Akşener ve Yılmaz hakkındaki atamalar kesinleşmiş gibi konuşuyor; olasılık bile bırakmıyordu aktarırken. Ama AKP kongresi geldi geçti ne bakanlar değişti ne de Cevdet Yılmaz yerinden oldu. Akşener de hâlâ Cumhurbaşkanı Yardımcısı olmadı.
O dönemde Akşener’in Cumhurbaşkanı Yardımcısı olacağını başkaları da yazdı, konuştu. Hem de hiçbir somut dayanak, veri olmadan yaptılar bunu. Muhtemelen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yakın çevresinden olmayan birilerinin muhabbetine dayanarak yazdılar.
Gazeteci, her aklına geleni, her duyduğunu doğrulatmadan yazmamalı, söylememeli. Aksi halde okur ve izleyicilerini yanıltmış olur. Ayrıca “kulis haberler”le ilgili gelişmelerin takip edilip, yanlış çıktığı takdirde düzelten haberler yapılması da gerekir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, kimin gazeteci olduğuna dair uzun söylevinden aklımda kalan cümlesi şu oldu:
“Demokrasimize güç veren medyanın hükümetimize muhalif de olsa başımızın üstünde yeri vardır. “
Böyle söyledi ama tahmin edileceği gibi, konuştuğu törende bırakın ödül almayı, izlemek üzere davet edilmiş bir tek muhalif gazeteci bile yoktu. İktidar medyasına bolca ödül dağıtıldı.
Zaten “10. Anadolu Medya Ödülleri” adı verilen töreni düzenleyen Türkiye Basın Federasyonu’nun başkanı Sinan Burhan da bir AKP’li. Bir dönem Ankara’da AKP’den belediye meclis üyeliği yaptı, milletvekili adaylığına da başvurdu. Erdoğan’ın dış gezilerinin müdavimlerinden.
Basın Federasyonu dedikleri de önce “Anadolu Yayıncılar Derneği”ydi; 2023’te “dernek” gitti, “federasyon” geldi. İki ay önce de Cumhurbaşkanı Erdoğan ve İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un desteği, İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın onayıyla “Türkiye” adını aldılar; “yayıncılar”ı da “basın”a dönüştürdüler.
Fakat bir gazetecilik örgütü mü, medya sahipleri dayanışma birliği mi, üyeleri kim o belli değil. Web sitelerinde “TÜBAF, bünyesinde 320 yerel ve bölgesel radyo, televizyon, dijital medya, gazete ve dergiyi barındıran etkin bir sivil toplum kuruluşudur” bilgisi veriliyor sadece. O medya kuruluşlarının isimleri de yok ortada.
Onun yerine Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP’ye destek etkinliklerini sıralıyorlar sitelerinde. Velhasıl bir gazetecilik meslek örgütü değil, iktidarın yarattığı, besleyip büyütmeye çalıştığı fason bir medya derneği var karşımızda. “Türkiye” adı da makyajı maalesef.
Türkiye gazetesinin haberi “Erdoğan, Özel’e yapılan saldırıyı değerlendirdi: Yaşananlardan umarım ders alır” başlığını taşıyordu.
Bu haber, aralarında Cumhuriyet, Halk TV ve Haber3’ün de olduğu birçok sitede anında “Erdoğan’dan saldırıya uğrayan Özel’e: Umarım gereken dersi alır” gibi başlıklarla alıntılandı. Hatta bu şekilde CHP Genel Başkanı Özgür Özel’e soruldu, ondan da yanıt alındı.
Ama Ahmet Hakan’ın da Hürriyet’teki yazısında vurguladığı gibi, Türkiye gazetesinin haberinin başlığı ile içindeki bilgiler birbirini tutmuyordu. Habere göre, Erdoğan, partisinin MYK toplantısında Özel’e yönelik şiddetin kabul edilemez olduğunu söylemiş, ardından “Siyaseti şiddet zeminine çekmek isteyenler inşallah bu yaşananlardan ders çıkarır” demişti.
Bu sözlerin muhatabının Özel değil, “siyaseti şiddet zeminine çekmek isteyenler” olduğu çok açık. O yüzden de Türkiye gazetesinin attığı başlık yanlıştı. Türkiye gazetesinin haberini sırf başlığına bakıp, içindeki cümleye dikkat etmeden ve düzeltmeden alıntılamak daha büyük yanlış. Üstelik de alıntılarken sanki Erdoğan, açıkta bir toplantıda bu sözleri sarfetmiş gibi “açıkladı” diye yazmak da cabası…
Başlığın yanlış atılması, alıntılarda da aynı yanlışın sürdürülmesi, okura doğru olmayan bilgi verilmesinin yanı sıra bir de siyasette varolan gerginliğin artmasına da katkıda bulundu.
Tarsus’ta, bir müzik kursunda yedi çocuğa yönelik cinsel istismar “Müzik kursunda kıyameti yaşadılar! Dehşet “Göz bağlama oyunu oynayalım” diyerek yaşatıldı” başlığıyla haberleştirildi. Hemen altında da “Okurken kanınızın donacağı istismarın tüm detayları ilk kez Gerçek Gündem’de” diye yazıyordu.
Gerçekten de haber, istismarın yaşandığı müzik kursunun adresini, istismar etmekle suçlanan kişinin adını, fotoğrafını içeriyor; onunla da kalmayarak çocukların ifadelerine dayanarak, cinsel istismar bütün ayrıntılarıyla aktarılıyordu. Haberin girişinde de istismar süreci öyküleniyordu.
Haberi kaleme alan Seyhan Avşar, haberde yazdıklarını X’te de aynı dille paylaşınca gazeteciler Özlem Akarsu Çelik, Candan Yıldız, Banu Güven, Alican Uludağ ve BirGün gazetesinin kadın çalışanlarından eleştiriler geldi. Özetle, “çocukların maruz bırakıldığı ağır travmaların neredeyse pornografik detaylara indirgenerek sunulması”nın yanlışlığı vurgulanıyor; “Bu haber dilinin; kamusal faydaya, habercilik etiğine ve hukukun korumaya çalıştığı çocuğun üstün yararı ilkesine hizmet etmediği” anımsatılıyordu. Aileler de haberden duydukları rahatsızlığı ilettiler kendisine.
Ardından Avşar, eleştirileri dikkate aldığını belirterek, paylaşımını sildi. Ama haberi aynen, hiçbir değişiklik yapmadan tuttu. Madem eleştirilere hak verdi; asıl olarak haberi düzeltmesi, özellikle de istismarın ayrıntılarının pornografik bir dille anlatıldığı satırları silmesi gerekirdi.
Haber, istismara uğrayan o çocukları korumadığı gibi teşhir ediyor; pornografik dille cinsel istismarı sıradanlaştırıyor, çocuklara gelecekte de zarar verecek dijital ayak izi oluşturuyor.
Polisin, İstanbul Beyoğlu’ndaki bir gece kulübüne baskını, medyada “Köleli sapık partiye baskın” ve “Kafeste kırbaçlama, kelepçeyle bağlama” gibi başlıklarla duyurulmuştu.
NTV’deki haberde “Partide bir kadının köle konumunda kafese konduğu ve para ödeyen müşteriler tarafından kırbaçlandığı tespit edildi” deniliyordu. Akşam, Milliyet ve Hürriyet’te ise “Beyoğlu’nda cinsel içerikli sapık parti düzenleyenler, polis baskınıyla yakalandı” yazıyordu.
Öbür medya kuruluşlarında da benzer ifadeler yer alıyordu. “Polisin cinsel içerikli materyale el koyduğu”, sapıklık, müstehcenlik, hayasızlık yaptıkları vb…
Fakat 23 Ekim 2024’de Beyoğlu’ndaki operasyonda tutuklanan sekiz kişi arasındaki organizatörler Tolga T. ve Laden S. kısa sürede serbest bırakılmış olacaklar ki, iki ay sonra polisin Kadıköy’de düzenlediği bir operasyonda bir kez daha yakalanıp tutuklandılar; yine “müstehcen parti” düzenlemişlerdi. İki operasyon haberindeki fotoğrafların çoğu aynıydı.
Bu haberler arşivde öyle unutulup gitmişti. Hürriyet’te geçen hafta yayımlanan “Kırbaçlı kafesli partiye beraat” haberi bu operasyonları yeniden gündeme getirdi. 11 yıl hapis cezası istemiyle yargılanan Tolga T. ve Laden S. beraat etmiş; “operasyonda ele geçirilen cinsel fantezi ürünleri de suç teşkil etmediği” gerekçesiyle iade edilmişti!
Umarım o haberleri yazan ve yayımlayanlar da geriye dönüp özeleştiri yaparlar. Zira ortada bir suç olmamasına rağmen o operasyonlara destek verdiler, insanları kamuoyuna teşhir ettiler. Ahlaki açıdan birilerinin hoşuna gitmeyebilir ama gazetecilerin böyle partileri suç gibi göstermesi ve baskınları polis ağzıyla haber yapıp, operasyonlara destek olması da yanlış. Gazetecilik ile ahlak bekçiliğini karıştırmamak gerek.
Tek cümleyle:
ELEŞTİRİ, ŞİKÂYET VE ÖNERİLERİNİZ İÇİN: [email protected]
Faruk Bildirici
İlk sayfanın yarıdan fazlasını kaplayan habere “Nefes Özel Haber” logosu konulmuştu, fotoğraflardan da muhabir Dilan Kutlu ve foto muhabiri Selahattin Sönmez’in sırf bu haber için bölgeye gittikleri anlaşılıyordu.
Fakat şehir baskısında bu haber uçtu, uçuruldu. 28 Nisan’da şehirlerde dağıtılan Nefes gazetesinin manşetinde “Bakan’a göre, 20 yıl önce ilkokul yokmuş” haberi yer alıyordu. Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in taşrada altta olan haberi sonradan manşete çıkarılmıştı.
Sonradan çarpıcı bir haber gelmişse ilk baskılardaki manşetin yıkılıp yeniden yapılması anlaşılır gazetecilikte. Ama burada eldeki bir haber üste çıkarılıyor, manşetteki özel haber alta da alınmıyor, tümüyle siliniyor, yok ediliyor. Web sitesindeki haber de kaldırılıyor!
Enteresandır, Nefes, beş gün sonra internet sayfasında ANKA’nın “Samandağ’da kamulaştırma krizi: Mahalleliye müdahale” haberini kullandı. Aslında bu da uçurulan Dikmece haberi gibi, Samandağ’daki kamulaştırma tepkisini konu alıyordu ama şirketler farklıydı.
Bir açıklık getirilmedi ama “Zeytinlikleri söktüler yerine beton diktiler” manşetinin uçurulması gibi bir değişiklik ancak editoryal sürecine müdahaleyle olur. Çünkü yalanlanması, içeriğinin yanlış çıkmış olması olasılığı olmayan böyle bir haberi, ancak habere kızan, haberden çıkarı etkilenen, etkili birileri müdahale ederek kaldırtır.
Üstelik “Nefes aldıkça umut hep vardır” sloganıyla yayımlanan Nefes, muhalif bir gazete. İktidarı belki de bazı şirketleri rahatsız edecek, depremzedelere sahip çıkan bir manşeti gazetecilik dışı kaygılarla yok etmeleri, eleştirel gazetecilik çabalarına gölge düşürdü.
Medyada artık bir de “patron eşleri saltanatı” başladı. Geçen yıl Demirören Medya’nın sahibi Yıldırım Demirören’in eşi Revna Demirören’in, Eylem Tok’un oğlunun karıştığı kazanın haberini engellemesini yazmıştık. Şimdi de İhlas Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mücahid Ören’in eşi Aslıhan Yeltekin Ören’in TGRT Haber Merkezi’ndeki gürlemesini duyduk.
Eş durumundan Medya Grubu Başkanı olan Aslıhan Ören’in, WhatsApp yazışmalarını Metin Cihan X’ten duyurdu; birçok yerde de haber oldu. Gazetecilik adına çok üzücü o yazışma.
Patronun eşi, “Olumsuz KJ yok, yazılmayacak”, “Başka patron mu var benim bilmediğim”, “Yapmak isteyen istifa etsin”, “Son uyarı” talimatları yağdırıyor üst perdeden. “Hadi şimdi bir kişi bu yazdıklarımı versin birilerine” diye de tehdit ediyor.
TGRT Haber Genel Yayın Yönetmeni Ercan Seki de “Peki Aslıhan Hanım”, “Bunu düzeltiyoruz hemen” ve “Daha dikkat edilecek” yanıtı veriyor; haber hemen yayından kaldırılıyor. Hanımefendiyi bu kadar sinirlendiren de “Çocuk işçi sayısı arttı. Yoksulluk çocukları çalışmaya zorluyor” haberi.
Bu olayı, Aslıhan Ören ile o yazışmayı yapan Ercan Seki’ye de sordum; aynen şu yanıtı verdi: 1) Söz konusu çocuk işçiler haberi TGRT Ana Haber’de yayınlanmıştır. 2) Haberin hazırlanmasına ve yayınına onay veren bizzat benim. 3)Her kurumun bir yayın politikası vardır, haberlerin de bu politikaya uygun olması gerekir. 4)Yoğun gündem esnasında gergin anlar yaşanırsa, yöneticiye düşen görev, tansiyonu düşürmek, çalışma barışını sağlamaktır. 5)TGRT Haber, en huzurlu ve editöryal anlamda en özgür haber kanalıdır.”
Ercan Seki’ye katılmıyorum. Elbette her kuruluşun yayın politikası olur. Ama gazetecilikte haberler olumsuz ve olumlu diye kategorize edilemez. Sırf “olumlu” haber vererek, ülkeyi güllük gülistanlık göstermeye çalışarak gazetecilik olmaz. Gazeteci, acı da olsa gerçekleri süzgeçten geçirmez; olumsuz da olsa aktarır. Kırmızı çizgimiz “çalışma barışı” değil, gerçeklerdir.
Asıl mesele, patronun eşinin editoryal sürecin başında olması, gazetecilere yakışıksız bir üslupta talimatlar yağdırması. Anlıyoruz ki, patronun eşi TGRT Haber’de saltanat kurmuş, editoryal bağımsızlığı fiilen ortadan kaldırılmış… O yazışmalarla deşifre olan da bu…
Okudum, bir daha okudum. Posta gazetesindeki “Nisan’ın Eşref’e sapladığı bıçakla derinleşen ilişkide büyük kıvılcım, parktaki öpüşmeyle doruğa yükseldi” cümlesi beni benden aldı.
Oyuncular Demet Özdemir ve Çağatay Ulusoy’un öpüşme fotoğrafının yer aldığı metnin başlığı da “İlk Öpücük”tü. Öpüşmenin yarattığı “kıvılcım”dan girip, “doruk”tan çıkmışlardı! Öpüşmenin ilişkiyi doruğa yükseltmesi, kıvılcım çakması tamam da “Nisan’ın Eşref’e sapladığı bıçak” ilişkiyi nasıl derinleştiriyor? Bunu anlamadım işte. Şiddet övgüsü, şiddeti normalleştirme desem o bile değil, saçma.
Bu afili cümlelerin amacı Demirören grubu televizyonlarından Kanal D’deki “Eşref Rüya” adlı dizinin tanıtımıydı Amaç reyting almak olunca muhafazakârlık da unutulmuştu, “genel ahlak” dedikleri amorf dayatma da.
Haber gibi sunulmuştu ama metin gazeteciden çok bir reklamcının elinden çıkmışa benziyordu. Keşke yazdıktan sonra bir daha okusalar ve “Bu bir reklamdır” uyarısı koysalardı…
İktidar medyası, CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in, Mersin mitingindeki “O huzuru getirecek olan isim ise bizi Silivri’deki zindanından, odasındaki küçücük telefonundan koca yüreği ile izleyen Cumhurbaşkanı adayımız Ekrem İmamoğlu’dur” cümlesini pek sevdi.
A Haber, “Özgür Özel ifşa etti! İmamoğlu cezaevine telefon sokmuş”, Akşam, “Özgür Özel’in telefon ifşası! Ekrem İmamoğlu’ndan kurtulmak mı istiyor”, Yeni Akit, “Özgür Özel itiraf etti: Ekrem hapse telefon sokmuş”, Haber7, “Özgür Özel’den İmamoğlu’nu zora sokan itiraf”, Takvim “Tele ifşa”, Türkiye, “Silivri’deki telefonu Özgür Özel ifşa etti” haberleri yayımladı.
Oysa Silivri’deki cezaevine değil telefon, bir kalem, bir çiçek sokmak bile olanaksız. Koğuşlar da sık sık aranıyor. Kaldı ki, İmamoğlu’nun koğuşunda televizyon olduğu da biliniyor. Hem de Özgür Özel, “telefondan izlemek”ten söz etmişti, telefonla konuşmak ya da yazmaktan değil.
Bu verilere rağmen İmamoğlu, cezaevinde cep telefonu kullanıyormuş gibi yazmak iyi niyetli bir tavır değil. Tabii burada CHP’nin de hatası var; “dil sürçmesiydi” gibisinden bir açıklama bile yapmadılar. Ama partinin web sitesinde o cümleyi “…odasındaki küçücük televizyonundan koca yüreği ile izleyen…” diye düzelterek yayımladılar.
Muhalif medya da bu cümleyi ya görmedi ya da “televizyonundan” diye düzelterek haber yaptı. Siyasi parti başkanının sözünü, nedenini açıklamadan metinde düzeltmek de ayrı sorun.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dış gezilerine katılanların Cumhurbaşkanlığı uçağındaki işlevleri artık herkesin malumu. Ama İtalya dönüşü Erdoğan’a sorulan bir soru, taraftarlık çıtasının giderek daha da yükseklere taşındığını gösterdi:
“CHP Genel Başkanı Özgür Özel, İBB’deki yolsuzluk iddialarını perdelemek ve manipüle etmek için ne yazık ki, illegal örgütlerle bile iş birliği yapmaktan, ticaret kanununu ihlal başta olmak üzere yasal anlamda suç sayılabilecek fiillere teşebbüsten imtina etmiyor. İç güvenliği, hatta milli güvenliği tehdit eden bu tehlikeli gidişi, nasıl değerlendiriyorsunuz?”
Madem “gazeteci” kimliğini taşıyan bir kişi, böylesine yargı içeren, objektiflikten uzak, temas mesafe kuralı tanımayan çanak soru sorabiliyor; ismi de açıklanmalı, kim olduğu bilinmeli.
Fakat bırakın böyle soru soranın adını, medyadaki haberlerin çoğunda sorular bile yoktu. İletişim Başkanlığı’nın sayfasındaki metinde de sorular ayıklanmıştı.
Çanak sorularla yapılan kolaylaştırıcılığın gizlenmek istenmesi anlaşılır bir durum. Zira o gazetecileri yönlendiren de İletişim Başkanlığı. Özgür Özel’in Başakşehir’deki konuşmasının izini süren Barış Terkoğlu, TV programlarına katılan AKP’lilere ve gazetecilere gönderilen notu paylaşarak deşifre etti. Fahrettin Altun da yalanlayamadı o notu. Açıklamasında “Güvenli bir medya ekosistemi oluşturmaya” çalıştıklarını, “hakikat mücadelesi” verdiklerini savundu ama o notta “bilgi” değil, “anlatın”, “çekinmeyin”, “kriminalleştirin”, “gündemde tutun” gibi yönlendirmeler yer alıyordu.
Tek parti döneminin devlet memurları ve gazetecileri işbaşında…
“45 yıllık eşini otobüste unuttu” başlıklı haberi DHA ve İHA geçmişti. AHaber, NTV, Halk TV, Tele1, Haberler, Haber7, EnsonHaber ile Cumhuriyet, Milliyet, Nefes, Türkiye ve Sözcü de aynı başlıkla yayımladı bu haberi.
Fakat haberi okuyunca anlıyorsunuz ki, Bursa’daki olayda 75 yaşındaki Hasan Akgül, eşini otobüste unutmamış; durakta kendisi otobüsten inerken, eşi kalabalık nedeniyle otobüs hareket etmeden inememişti. Zaten kadın bir durak sonra inip geri gelmişti. Bütün olan buydu.
DHA ve İHA’nın haberini kullanan medya kuruluşlarının editörleri, başlık ile haber arasındaki bu uyumsuzluğu fark etmemiş olamaz. O başlığı aynen kullanarak, DHA ve İHA’nın haberi çekici hale getirmek için kurdukları “tık avcılığı” tuzağına ortaklık etmiş oldular.
Okuru ve izleyiciyi hep birlikte kandıranlar, gazeteciliğin maraton işi olduğunu unutuyor. Güvenilirliği ve inanılırlığı kazanmak zordur; kaybetmek ise çok kolaydır. Kandırıldığını anlayan okuru, izleyiciyi bir kere kaybettiniz mi geri getiremezsiniz.
Tek cümleyle:
ELEŞTİRİ, ŞİKÂYET VE ÖNERİLERİNİZ İÇİN: [email protected]
Faruk Bildirici
CHP Kurultayı soruşturması nedeniyle ifadesi alınanlardan biri de gazeteci Altan Sancar’dı. Tanık Tolgahan Erdoğan’ın, “Altan Sancar’a Beşiktaş Belediyesi’ne ait aracın tahsis edildiğini duydum” sözleri sorulunca Sancar şu yanıtı verdi:
“Herhangi bir kurumdan herhangi bir araç bana tahsis edilmemiştir. Bugüne kadar belediyeye ait kullandığım tek araç, belediye otobüsüdür.”
Bu yanıt ve Sancar’ın ifade verdiğinin medyada haber olmasının ardından halen tutuklu olan İstanbul Planlama Ajansı Genel Müdürü Doç. Dr. Buğra Gökçe, “Değerli Medya Ombudsmanı @farukbildirici Ne yazık ki bir meslektaşınız, genç bir arkadaşınız olan @altansancarr ‘ın farazi suçlamalarla ifade vermeye çağrıldığını öğrendim” diye başlayan bir paylaşımdabulundu. Gökçe, bana özetle şu soruları yöneltiyordu:
“Bir insana ‘duydum’, ‘duymuştum’, ‘düşünüyorum’ diye suç yükleyerek, hiçbir somut bilgi, belge sunamadan insanları zan altında tutan insanların ifadelerini gazete, televizyon ve medya kuruluşlarının ‘maddi gerçek’ gibi göstermesi kabul edilebilir mi?
Ne yazık ki biz de ‘duydum’, ‘duymuştum’, ‘duyanı duydum’, ‘düşünüyorum’ gibi iddialarla özgürlüğümüzden mahrum kalmış haldeyiz. Sizce basın bu durumu insan hak ve özgürlükleri ve hukuk devleti gibi anayasal haklar açısından mı ele almalı yoksa ‘duyan’, ‘duyanı duyan’, ‘düşünen’ bazı kişilerin iftiralarına ciddiyet atfedip masum insanlardan açıklama mı beklemeli?”
Bu soruların yanıtları çok açık. Elbette suçu kanıtlama yükümlülüğü iddia makamına aittir, hiç kimse kendisinin suçsuzluğunu kanıtlamaya çalışmak zorunda bırakılamaz. Gazeteciler de insanların somut kanıtlara dayanmayan suçlamalara maruz kalmasına aracı olmamalı, zemin hazırlamamalı, iddia makamı gibi davranmamalı.
Fakat 19 Mart’ta Ekrem İmamoğlu ve çevresindekilere yönelik operasyon sonrasında iktidar medyasında savcı, yargıç gibi davranan gazetecilik ön plana çıktı. Buğra Gökçe de savcılığa yeltenen gazeteciliğin suçlamasına maruz kalan isimlerden. Cem Küçük, Buğra Gökçe için TGRT Haber’de aynen şöyle söyleyebildi:
“Öyle devletin verdiği rakamların dışında kendinize ait paralel açıklama yaparsanız böyle paketlenirsiniz. İnşallah akılları başlarına gelmiştir.”
Gerçi Cem Küçük’ün bu sözleri, Buğra Gökçe’nin “Anlıyorum ki suçum: bilgi paylaşmak, aydınlatmakmış” diye yazmasına vesile oldu! Ama bir gazeteci, asla böyle “paketlenirsiniz” gibi sözcüklerle ve “akılları başlarına gelmiştir” gibi üstten bir tavırla konuşamaz; soruşturmada taraf olamaz.
Cem Küçük, operasyonun başından bu yana savcılığın medya şubesi gibi davranıyor. “İBB’nin maaşa bağladığı gazeteciler konuşmalı!” başlıklı yazısında da isimlerini sıraladığı gazetecileri töhmet altında bırakmıştı:
“MASAK raporu bazı gazetecilerin para trafiğini raporlamış. Savcılık soruşturmasına birçok gazeteci girdi ve onların da bilgilerine başvurulabilir.
Adı geçen gazeteciler hangi belediyenin aracını kullandılar bilmek kamuoyunun hakkı. Adı geçen gazeteciler ve daha fazlası savcılık soruşturmasına girmiş durumdalar.”
Oysa isimlerini sıraladığı gazetecilerin çoğuyla ilgili hiçbir somut veri yok. Halk TV’nin sahibi Cafer Mahiroğlu ile gazeteciler Altan Sancar, Şaban Sevinç ve İsmail Saymaz’ın isimlerinin de CHP Kurultayı ile ilgili MASAK raporunda nasıl geçtiğini belirtmiyor.
Ben de rapora baktım, bu gazeteciler hakkında bir suç kanıtı bulunmuş mu diye. Hayır yok, üstelik raporun sonuç bölümünde “(savcılığın bildirdiği kişilerin) aralarında gerçekleşen para transferleri kontrol edilmiş ancak herhangi bir para transferi kaydına rastlanılmamıştır” deniliyor.
Rapora göre incelenen dönemde İsmail Saymaz’ın hesabına 8 milyon 196 bin TL, Şaban Sevinç’in hesabına 521 bin 732 TL, Altan Sancar’ın hesabına ise 50 bin lira yatırılmış. Şaban Sevinç, bu paranın “Eşinin hesabında biriken Ankara’daki evlerinin kira geliri”, Altan Sancar da “Yöneticisi olduğu Politik Yol sitesine gelen reklam ödemesi” olduğunu belirtti.
İsmail Saymaz ise o paranın yatırıldığı dönemde Sözcü TV’den Halk TV’ye geçtiğini anımsatarak, aynı gün Halk TV’nin sahibi Cafer Mahiroğlu’nun hesabından da aynı miktar paranın çıktığının raporda görüldüğüne dikkat çekti. Cafer Mahiroğlu da işinsanı; o da “Banka hesaplarımda yüksek meblağlı para hareketlerinin olması değil, olmaması şaşırtırdı” dedi.
Zaten MASAK raporunda bu paraların CHP ya da İBB’den yatırıldığına dair bilgi de yok. Oysa Cem Küçük ve iktidar medyasının yönelttiği suçlama neydi? Özgür Özel’in genel başkan seçildiği CHP kurultayını etkilemek için çalıştıkları ve karşılığında para aldıkları…
Üzücü olan, hiçbir kanıt olmadan, sadece iki kişinin ifadesine dayanarak, gazetecilerin bilgilerine bile başvurulmadan soruşturmaya dahil edilmeleri, kurultaydan aylar sonraki hesap hareketlerinin, malvarlıklarının incelenmesi ve suçlu gibi gösterilmeleri…
“Gazetecilik” ve “yargı” eliyle yapılan bir yargısız infaza maruz kaldı bu arkadaşlarımız…
İstanbul’daki depremlerden sonra yine tam bir kakafoni oluştu; ekranlara çıkan, açıklamalar yapan uzmanların tahminlerinin hiçbiri birbirini tutmuyor; hepsi birbirini yalanlıyor.
Halbuki bizim işimiz bilgi vermek, insanları aydınlatmak. Ama bu kadar çok bilim insanını ekrana çıkarmak bilgi vermek gibi bir sonuç doğurmuyor; tam tersine kafalar daha çok karışıyor. Hatta sadece deprem uzmanları değil, ilgisiz kişiler, uzman gibi TV’lere çıkarılabiliyor. Oytun Erbaş gibi bir tıp doktoru bile Beyaz TV’de fay hatları ve deprem hakkında konuşturuldu.
Böyle bir karmaşa yaratmanın sorumluluğunu konuşan (yer yer şovmene dönüşen) bilim insanlarına atarak kurtulamayız. Üzerinde düşünmek durumundayız. Elbette hangi uzmanın doğru söylediğini ölçmek gazetecilere düşmez ama bunun bir yolu olmalı.
Bulduğumuz her uzmanı konuşturmak yerine sadece kurumsal açıklamaları, bilimsel kurulların raporlarını yayımlamayı değerlendirmeliyiz. Ayrıca görüşlerine başvuracağımız uzmanların yetkinliklerini, daha önceki açıklama ve tahminlerinin isabetini de gözönünde bulundurmalıyız. Daha seçici, daha özenli davranmalıyız.
Madem Türkiye bir depremler ülkesi, depremlere ve felaketlere hazırlığı sürekli gündemde tutmalı; daimi olarak “deprem ve felaketler” sayfaları ve programları yapmalıyız. Bu ülkenin yöneticileri gibi, depremleri felaketler sonrasında hatırlamamalıyız.
İlgili tüm uzmanları, yetkilileri, kurulları ve kurumları, sadece depremler sonrasında değil, depremler öncesinde de sürekli izlemeli ve eleştiri katkısından mahrum bırakmamalıyız.
Gazeteci Fuat Uğur’un Üsküdar Belediye Başkanı Sinem Dedetaş hakkındaki paylaşımını “cinsiyetçi ve gazetecilik sınırlarını hayli zorlayan ifadeler” diye eleştirmiştim.
Ancak geçen haftaki o yazımda olayın bir tarafının eksik kaldığını fark ettim. Uğur’un paylaşımından sonra ona da sosyal medyada hakaret yağdıranlar olmuştu. Bu da doğru değildi.
Nasıl ki, bir gazetecinin kimseye hakaret etmek, aşağılamak gibi bir hakkı olamazsa, başkalarının da ona hakaret etmek ve saldırgan ifadeler kullanmak gibi bir hakkı olamaz. Fikirleri hakaret etmeden tartışabilmeli, hakaret etmeden eleştirebilmeliyiz.
Tek cümleyle:
ELEŞTİRİ, ŞİKÂYET VE ÖNERİLERİNİZ İÇİN: [email protected]
Faruk Bildirici
Kampanya diyorum çünkü nesnel haberlerden ziyade yargılayan, hüküm veren, kanaat belirten metinler, yazılar, konuşmalar yayımlanıyor. Karşı görüşe asla yer vermeyen, tek yanlı, suçlu göstermeyi hedefleyen bir yayıncılık faaliyeti yürütülüyor.
Oturdum, iktidar medyası gazetelerinin nisan ayının ilk 15 günlük yayınlarını taradım. Hürriyet, Milliyet ve Türkiye, daha az ve daha dengeli haberler kullanmış. Ama Akşam, Sabah, Yeni Akit ve Yeni Şafak, kampanyanın asli unsurları halinde. Akşam’ın, “Delegelere 70 daire dağıttılar”, Sabah’ın, “Küçükçiftlik’te büyük vurgun”, Yeni Akit’in, “Rüşvet Ekrem’in ayağına gelmiş” ve Yeni Şafak’ın, “İki daire aldı safını değiştirdi” manşetleri birer örnek.
Bu 15 günün 10 gününde Akşam gazetesinin ilk sayfasında CHP aleyhine haber yayımlanmış, yedisi manşetten. Sabah’ta CHP karşıtı haberler 13 gün ilk sayfaya yerleştirilmiş, hem de 13’ü manşete konulmuş. Yeni Şafak’ta da sekizi manşetten olmak üzere 13 gün CHP karşıtı haberler kullanılmış. Ama rekor Yeni Akit’te. 15 gün içerisinde 13’ü manşetten olmak üzere tam 14 gün CHP’yi karalayan, suçlayan haberler kullanılmış.
Yazarların yazılarını da taradım. Bu 15 gün içerisinde CHP, İmamoğlu ve CHP’li belediyeler aleyhine Akşam’da 41, Yeni Şafak’ta 34, Yeni Akit’te 32, Hürriyet’te 29, Türkiye’de 18, Milliyet’te ise 11 köşe yazısı yayımlanmış.
Hürriyet’te Abdülkadir Selvi ve Nedim Şener, Sabah’ta Mahmut Övür ve Okan Müderrisoğlu, Akşam’da Emin Pazarcı ve Murat Özer, Türkiye’de Cem Küçük ve Yücel Koç, Yeni Şafak’ta İhsan Aktaş, Yeni Akit’te ise Ali İhsan Karahasanoğlu’nun yazılarının neredeyse tamamı CHP, İmamoğlu ve belediyeler hakkında.
Nedim Şener, bu 15 günde altı yazı yazmış, altısında da CHP, Özgür Özel ve İmamoğlu’nu suçluyor, yargılıyor. Cem Küçük’ün 6 yazısının 6’sı da Yücel Koç’un 3 yazısının 3’ü, Mahmut Övür’ün 10 yazısından 8’i, Emin Pazarcı’nın 7 yazısından 5’i, Okan Müderrisoğlu’nun 8 yazısından 6’sı, Ali İhsan Karahasanoğlu’nun 15 yazısından 11’i CHP, Özgür Özel, İmamoğlu ve CHP’li belediyeler hakkında. Bu yazıların tamamı hüküm aktaran, damgalayan metinler.
Hürriyet’te Ahmet Hakan ve Yeni Şafak’ta da Ali Saydam, parçalı yazılardan birini çoğu zaman CHP’ye ayırıyor. Ama onların dili ve yaklaşımı tabii ki Nedim Şener ya da Ali İhsan Karahasanoğlu’nunki ile kıyaslanamaz.
Elbette CHP de, Özgür Özel, Ekrem İmamoğlu ve CHP’li belediye başkanları da eleştirilebilir, eksiklikleri, yanlışlıkları, yolsuzlukları varsa yazılabilir. İmamoğlu ve tutuklanan, soruşturulan öbür insanlar hakkındaki suçlamalar da yazılmalı, konuşulmalı. Üzerini örtmek yerine toplumun bilgilendirilmesi ama doğru bilgilendirilmesi şart.
Ancak toplum bilgilendirilirken “masumiyet karinesi”ne özen gösterilmesi, objektif olunması, suçlamalar ile savunmanın birlikte ve dengeli verilmesi gerekli. Oysa iktidar yanlısı bu yazı ve haberlerde gazetecilik yerine polislik, savcılık ve yargıçlık yapılıyor; tarafgirlik sergileniyor.
Ülkenin tek sorunu CHP ve belediyeleriymiş gibi davranılıyor. AKP’li belediyelere ilişkin en ufak suçlama ya da olumsuzluk haber olamıyor. CHP’nin Filistin’e destek için İstiklal Caddesi’nde yürüme girişimini polisin engellemesi, Genel Başkan Özgür Özel’in Yozgat’taki görkemli mitingi yok sayılabiliyor.
Gazetecilik ile partizanlığın iç içe geçmesinin resmini çiziyorlar hep birlikte.
Sözcü’nün ilk sayfasındaki “Teröristbaşı haziran sonuna kadar serbest kalacak” başlığının üzerinde “Erdoğan ile görüşen Buldan, Apo’nun kaçıp sığındığı İtalya’da açıkladı” deniliyordu.
Halbuki DEM Parti Van Milletvekili Pervin Buldan’ın böyle bir sözü yoktu. “Haziran sonuna kadar sürecin tamamıyla başarıya ulaşması bekleniyor” diyor, ekliyordu:
“Biz biliyoruz ki, atılacak her adım, Sayın Öcalan’ın fiziki özgürlüğüne giden yoldur aynı zamanda.”
Nitekim İletişim Başkanlığı Dezenformasyonla Mücadele Merkezi de “Buldan, bahse konu programda, “Öcalan, haziran ayında serbest kalacak’ şeklinde bir ifade kullanmamıştır” diyerek yalanladı bu haberi. Gerçi DMM’nin birçok yalanlaması boş çıkıyor ama Buldan ile ilgili açıklaması doğruydu; zaten Buldan kameralar önünde konuşmuştu, sözleri çok açıktı.
Buna rağmen Sözcü, ertesi gün bu yalanlamayı “İletişim Başkanlığı: Buldan’ın ‘haziran’ iddiasını yalanladı” başlığıyla yayımladı. Oysa İletişim Başkanlığı, Buldan’ı değil, Sözcü’yü yalanlıyordu. Buldan’ın sözlerini yanlış aktaran Sözcü, yalanlamayı da yanlış haberleştirdi.
Bir gazete hiç kimsenin sözlerini olduğundan farklı yansıtmamalı, yanlış olduğu ortaya çıktığında da açıkça düzeltmeli. Sözcü ise okurunu hem haberde hem de düzeltmede yanılttı.
Gazeteci Fuat Uğur’un Üsküdar Belediye Başkanı Sinem Dedetaş hakkındaki paylaşımı hakikaten cinsiyetçi ve gazetecilik sınırlarını hayli zorlayan ifadeler içeriyordu:
“Üsküdarlı kadınlar öğrensin diye Afrika’dan twerk dansı eğitmeni getirten Sinem Dedetaş, sahnede twerk dansı yaparak para toplasın Üsküdar Belediyesi çalışanlarının maaşını ödemek için. Burjuvazinin önde gelen isimlerinin bu gösteriye iyi para yatıracaklarına eminim.”
Eleştirilerden sonra özür dilemediği gibi, bu paylaşımı silmedi Fuat Uğur. Dahası, gelen tepkilere “Son günlerin dilemması: Ramazan ayında Twerk dersleri aldıran biri kendisi için bu dansı neden ahlaksızca bulur?” yanıtını verdi.
Fuat Uğur’un bu paylaşımları, AHaber ve Yeni Şafak’ın 13 Mart’ta geçtiği, sonra iktidar medyasında yayılan “CHP’li Üsküdar Belediyesi’nden bir skandal daha! Ramazan ayında twerk eğitimi verdi” haberlerine dayanıyordu.
Ama Dedetaş’ın açıklamasına göre, söz konusu organizasyonu Belediye değil, “Zincir Kıran Kadınlar Derneği” adlı kadın derneği düzenlemiş; kadınların bisiklet kullanımını teşvik için düzenlenen etkinliğe de İstanbul’da yaşayan dans eğitmeni Lucille Aires çağırılmıştı.
Haberde yer alan afiş ve WhatsApp yazışmaları da bu derneğe aitti. “Afrika’dan gelen twerk eğitmeni”nden söz edilmiyor; “Bisiklet mekaniği atölyesi” duyuruluyordu. Üstelik de atölyede konuşan Lucille Aires İrlanda doğumlu, Afrika’da değil uzun süredir İstanbul’da yaşıyor.
Özetle, Fuat Uğur’un ısrarla savunduğu paylaşımının dayandığı haberler de yanlış. Sinem Dedetaş, Afrika’dan dans eğitmeni getirtmemiş. Kaldı ki, dans eğitmenini Afrika’dan getirtmiş olsaydı bile, bir gazetecinin, bir kadın belediye başkanına böyle ifadeler kullanma hakkı olamaz.
Show TV, İmralı sürecinin önemli aktörlerinden olan TBMM Başkanvekili Sırrı Süreyya Önder’in kalp krizi geçirmeden önceki görüntülerine ulaşmış.
Görüntülerde, Önder, bir restoranda yemek yiyor, sonra kasada ödeme yapıyor, bir kişinin isteğini kırmayarak birlikte fotoğraf çektirip restorandan çıkıyor. Hepsi bu…
Show TV, bu görüntüleri “Kalp krizi geçirmeden önceki son görüntüleri” diye haber yaptı; oradan da Habertürk TV’den Global Haber’e kadar birçok TV kanalı alıp yayımladı.
Önder, siyasi bir kişilik. Özel yaşam alanı, öbür insanlara göre daha dardır; hastalık hali olmasa bu görüntülerin yayımlanmasında sakınca olamaz. Sadece restorandaki güvenlik kamerasının amacı dışında kullanılması, güvenliğin “gözetleme”ye dönüşmesi tartışılabilir.
Zaten Önder, o restorandan çıktıktan birkaç saat sonra kalp krizi geçirmese o görüntüler haber de olmazdı. Biz izleyenler olarak ne öğrendik bu görüntülerden? Önder’in sarmayı nasıl yediğini, bahşiş verdiğini falan…İyi de bunun bize yararı ne, nasıl yemek yediğinden izleyene ne?
O görüntülere “haber değeri” katan, sonrasında kriz geçirmesi. Görüntülerde hastalanma ve kriz belirtilerinin aranması. Ama o zaman da bu görüntüler, “hastanın mahrem alanına” girmiyor mu? Önder, bir siyasetçi de olsa hastalık hali, “hasta hakları”nı devreye sokmuyor mu?
Kuşkusuz bunlar tartışılabilir. Ama doğrusu sırf kriz öncesi diye o görüntüleri görmek beni rahatsız etti. Yaşamla pençeleşen bir insanı röntgenliyormuş gibi hissettim kendimi.
Tek cümleyle:
ELEŞTİRİ, ŞİKÂYET VE ÖNERİLERİNİZ İÇİN: [email protected]
Ağırel ve Soykan’ın polis baskınıyla evleri aratılarak gözaltına aldırılmalarının gerekçesi bu. Oysa Ağırel ve Soykan, şikayete konu olan görüşmeyi yaptıkları 27 Şubat’ta Erkan Kork, Flash Haber’i zaten satın almış, iki aydan fazla zaman geçmiş! Satışa etki suçlamasının mantığı yok.
Üstelik Ağırel, bu kişiyle görüşmeye giderken fazlasıyla tedbirli davranmış. Tanık olması için Soykan’ı da yanına almış; açık bir yerde konuşmayı ve görüşmeyi kayıt altına almayı da şart koşmuş. Sonra da görüşmeyi, 11 Mart’ta Cumhuriyet’te yazmış. Hiçbir kuşkuya yer vermeyecek kadar aleni bir gazetecilik faaliyeti yürütmüş…
Saraçhane mitinglerini izleyen yedi gazeteciyi günlerce tutuklatıp, sonra da haklarında dava açan savcılar da gazetecilik faaliyetinin peşine düşmüş. Yedi gazetecinin “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanununa muhalefet”ten cezalandırılmaları istenen iddianamede şöyle deniyor:
“Şüpheliler, Bülent Kılıç, Kurtuluş Arı, Yasin Akgül, Zeynep Kuray, Gökhan Kam, Ali Onur Tosun ve Hayri Tunç’un gazetecilik faaliyetini ifa ettiklerine dair kollukça herhangi bir tespit yapılmadı, şüphelilerin beyanlarını dogrulayacak nitelikte delil veya emare elde edilemedi.”
Akla ziyan bir gerekçe bu. Savcılık, sadece bu arkadaşlarımız tutuklandıkları sırada yayımlanan haberlere bile baksa gazeteci olduklarını görürdü. Belli ki, görülmek istenmemiş…
Şiddet içermeyen demokratik bir protestoya katılmak niye suç olsun, o da ayrı bir konu.
Savcılar, gazetecilik faaliyetini soruşturacaklarına Erkan Kork’un, kara para aklama suçlamasıyla yargılıyor olmasına rağmen Flash Haber’i satın almasına nasıl izin verildiğini soruştursa eminim daha ilginç verilerle karşılaşırlar.
Düşünün, Halk TV’nin sahibi Cafer Mahiroğlu, kanalı satın almak için anlaşıyor, kapora da veriyor. Ama birileri araya girip Mahiroğlu’nun anlaşmasını bozuyor, kanalı Erkan Kork’un satın almasının yolu açılıyor. Ardından o da tutuklanıyor, kanala el konulup TMSF’ye devrediliyor! Gelsin yeni bir iktidar kanalı! Ne kadar gizemli bir süreç değil mi?
Bazı gazetecilerin, CHP’nin olağanüstü kurultayı öncesinde Parti Meclisi seçimlerine yönelik yaptıkları tahminlerin görüntülerinin toplandığı videoyu sosyal medyada gördüm, izledim:
“Sinan Burhan: Dananın kuyruğu PM’de kopacak arkadaşlar. 60 kişiden oluşan PM’de 20 ila 30 arasında yani çok büyük bir rakam PM’ye sokabileceği ifade ediliyor.
Barış Yarkadaş: O liste mutlaka delinir. En az 15 kişi dışardan bu listeye girer. Onu bir kere söyleyelim. En az 15 kişi dışardan bu listeye girer.
Zafer Şahin: PM listesi tahmin edilenden daha fazla kişi tarafından delinecek anlamına gelir.
Abdülkadir Selvi: Görünen o ki, Özgür Özel’in anahtar listesi delinecek.”
Ama bu tahminlerin hiçbiri tutmadı, Genel Başkan Özgür Özel’in listesi firesiz seçildi kurultayda. Keşke bu kurultayla ilgili konuşulanlar sadece seçim tahminleri olsaydı.
Özgür Özel’in genel başkan seçildiği ilk kurultay hakkında çok ağır suçlamalar dile getirildi televizyonlarda. En çarpıcısı da Nuray Başaran’ın TGRT’de dile getirdiği suçlamaydı. Nuray Başaran, o programda “Kurultayda dağıtılan bir de cep telefonları vardı biliyorsunuz” diye söze girmiş, sonra da savcılığın “1200 küsur telefon alındığını tespit ettiğini, bu telefonların faturalarına ulaşıldığını, delegelerin IMEI numaralarıyla eşleştirildiğini” öne sürmüştü.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı Medya A.Ş.’nin başkanı Murat Ongun, o günlerde “kuyruklu yalan” diye yalanlamıştı bu iddiayı. Başaran da, “Bilgi ve belge sahibi olmadan söylemedim. Haberimin arkasındayım ve kaynağıma güveniyorum” diye savunmuştu sözlerini.
Ama Özgür Özel de olağanüstü kurultayda bütün delegelere cep telefonlarını çıkarttırarak yalanladı Başaran’ı. Delegelerin telefonlarının aynı baz istasyonuna sinyal verdiğini, IMEI numaraları üzerinden üretildiği gün ve alındığı tarihin belirlenebileceğini anımsattı.
Başaran’dan, Özel’in sözlerine yanıt gelmedi görebildiğim kadarıyla. Şu ana kadar sözlerini doğrulayan bir veri de çıkmadı. Bir gazeteci, “Kaynağıma güveniyorum” diye böyle suçlamada bulunamaz; bir kaynağın sözleri bir partiyi ve delegelerini töhmet altında bırakmak için yeterli kanıt olamaz. Bir kaynaktan alınan bilgi, başka kaynaklardan doğrulanmışsa haber olabilir.
Ben de izleyeceğim; soruşturma dosyası davaya dönüşecek ve belgeleri göreceğiz. İçinde “soğuk cüzdan” da olan 1200 cep telefonu dağıtıldığına dair somut bir tespit varsa Özgür Özel ve Murat Ongun özür dilemeli. Yoksa da Nuray Başaran’ın CHP ve delegelerden özür dilemesi gerek. Tabii kendisini ve tüm toplumu yanıltan “kaynağı” da açıklaması zorunlu olacak o zaman.
Sadece cep telefonu meselesi de değil. Cem Küçük, isimler de vererek “CHP’li gazeteciler, hiç mırın kırın etmeyin. Çoğunuzun İBB’den nemalandığınız biliniyor” diye yazıyor, söylüyor. “CHP’li” dese de bütün muhalif medyayı “İBB’den para alıyor”muş gibi gösteriyor.
Üstelik “Elbette bazılarının delili var, bazılarının yok” diye de açıkça yazıyor. Kanıt olmadan insanları zan altında bırakacak kadar gazetecilik ahlakının sınırlarının dışına çıkmış durumda.
Madem öyle, Zafer Arapkirli’nin de dediği gibi, gazeteciler de mal beyanında bulunsun.
Öyle bir tek muhalif gazeteciler değil, iktidar yanlısı gazeteciler de mal varlıklarını ve kaynaklarını açıklasın, hepimiz açıklayalım.
En başta da Cem Küçük mal varlığını ve kaynaklarını açıklasın da görelim.
ABD Başkanı Trump’ın, İsrail Başbakanı Netanyahu ile görüşmesinde “Erdoğan adında bir adamla harika ilişkilerim var. Ben onu seviyorum, o da beni seviyor” dediği doğru ama eksik. Trump’ın, o cümlelerin ardından bir de şunları söyledi:
“Birçok şey yaşadık ama hiçbir zaman sorunumuz olmadı. Hatırlayacağınız üzere rahibi de geri aldık Türkiye’den. Hatırlıyor musunuz? O dönem bu çok büyük bir işti.”
Evet, bu ülkenin vatandaşları ve gazetecileri olarak “Rahip Brunson krizi”ni hatırlıyoruz. 2018 yılında Türkiye’de tutuklu olan Rahip Brunson serbest bırakılmayınca Trump, Türkiye’ye yaptırım kararı almıştı. Dolar kuru fırlayınca, daha önce “Bu can bu bedende, bu fakir bu görevde olduğu sürece o teröristi (Rahip Brunson) alamazsınız” diyen Erdoğan, geri adım atmak zorunda kalmış, Brunson apar topar memleketine gönderilmişti.
Trump bu krizi hatırlattı ama “Trump’tan İsrail’e Papazlı güvence” manşeti atan Aydınlık dışında iktidar medyası hatırlamak istemedi; Trump-Netanyahu haberlerinde bu cümleleri habere koymadılar; “Trump övgüleri dünya basınında” diye övündüler. Anadolu Ajansı’ndan NTV’ye, Hürriyet’ten Akşam’a kadar hiçbir iktidar medyası kuruluşunda bu cümleler yoktu. Hatta bazıları sonradan ayıklamışlardı o cümleleri.
Eksik haber yanıltır ama maalesef böyle haber yazmak iktidar medyasının değişmez alışkanlığı oldu. İsrail’in, Türkiye’nin yerleşmeye hazırlandığı üssü bombalamasına neredeyse hiç ilgi göstermediler. Erdoğan’ın geçen ay telefonla konuştuğu haberlerinde de Trump’ın sözleri eksikti. Erdoğan’ın Gazze konusunu gündeme getirip getirmediği de belli değildi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Libya’nın doğusunu yöneten General Halife Hafter için “etnik temizlikçi, darbeci” diyordu. İktidar medyası da “Darbeci Hafter” olarak anıyor; Libya’ya yönelik askeri girişimleri destekliyordu.
Fakat Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçen yılki Mısır ziyaretinden sonra Libya konusunda da sessiz sedasız değişiklik oldu; Türkiye, Hafter ile dostane ilişkiler geliştirmeye başladı. Bunun sonucu olarak da geçen yıl nisan ayında General Hafter’in oğlu Belkasım Hafter, Türk inşaat şirketleri ile yeni bir dizi anlaşma imzaladı. Belkasım Hafter temmuz ayında da Ankara’ya gelerek Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ile görüştü.
Hafter’in Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanlığı görevini yürüten oğlu Saddam Khalifa Hafter de birkaç gün önce Türkiye’ye gelerek Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler ile görüştü. Bu görüşmeyi Yeni Şafak, 4 Nisan’da “Güler, Libyalı komutanı ağırladı” diye yayımladı.
Oysa çok değil, üç ay kadar önce, 13 Ocak’ta, “Hafter’in Sednayası: Esed’in subayıyla Libyalı mahkumlara işkence” başlıklı haber yayımladı. Bu haberde Halife Hafter, “Libya’nın doğusunda, gayrimeşru güçlerin lideri” olarak anılıyordu.
Ama Yeni Şafak, “gayrimeşru güçlerin lideri”nin oğlu Ankara’ya gelince “gayrimeşru güçleri” unutuverdi! Tutarlılık hak getire…
Tek cümleyle:
ELEŞTİRİ, ŞİKÂYET VE ÖNERİLERİNİZ İÇİN: [email protected]
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. KVKK uyarıları ve detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.