10 Şubat 2025 Pazartesi
Faruk Bildirici
Birgun.net Yayın Koordinatörleri Uğur Koç ve Berkant Gültekin ile birgun.net Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Yaşar Gökdemir, geceyarısı evlerinden gözaltına alındılar. Gerekçesi de Sabah gazetesi Haber Koordinatörü Abdurrahman Şimşek’in, -sosyal medyada kendisinin yayımladığı ve Sabah’ta da haber yapılan- Başsavcı Akın Gürlek’i ziyaretini haberleştirmeleri.
Enteresan tarafı Şimşek’in, Gürlek’i ziyareti BirGün’de 7 Şubat’ta haber oldu; ardından Şimşek, “Beni terör örgütlerine hedef gösterdiler” diye paylaşımda bulundu. Polisin, o paylaşımın ertesi günü üç gazetecinin kapısına dayanması, asıl hedef gösterenin Şimşek olduğunun bariz kanıtı. BirGün’ün haberinde ise kendisini hedef gösteren hiçbir ifade yoktu.
Şimşek’in, nasıl bir gazeteci olduğu da Necip Hablemitoğlu davası duruşmalarındaki ifadelerde ayyuka çıkmıştı. Davayı dikkatle izleyen Müyesser Yıldız, Abdurrahman Şimşek’in, suikastın şüphelisi Gökhan Bozkır ile yakalanıp Türkiye’ye getirilmesinden iki yıl önce Ukrayna’da yaptığı söyleşiyi, iki yıl sonra yeni gibi yayımladığını yazmış; “Yayımlamadığı röportajı başsavcıya mı verdi” diye de sormuştu. Şimşek, böyle bir gazeteci!
Maalesef muhalif medyaya yönelik baskılar, hız kesmeyecek gibi görünüyor. Ocak ayına ilişkin açıklanan raporlar da gazetecilere ve basın özgürlüğüne yönelik baskıların artışına dair veriler içeriyor. Uluslararası Basın Enstitüsü’nün de aralarında olduğu uluslararası 41 gazetecilik örgütünün açıklamasında, “Türkiye’de basın özgürlüğü ihlallerinin arttığı, keyfi gözaltı ve tutuklamaların ülkedeki bağımsız medya için tehdit oluşturduğu” vurgulandı.
CHP Eskişehir Milletvekili Utku Çakırözer, “Basın Özgürlüğü Raporu”nda, “Ocak ayında Türkiye’de gazeteciler tam 75 kez hâkim karşısına çıktı ve haberlerini, paylaşımlarını savunmak durumunda kaldılar. 19 gazeteci gözaltına alındı, 9’u tutuklandı” bilgisini verdi. Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği (MLSA) raporunda da Çakırözer’in raporuna “Türkiye’de halen cezaevinde 30, ev hapsinde ise 4 gazeteci bulunuyor” bilgisi eklendi.
Diyarbakır merkezli Dicle Fırat Gazeteciler Derneği’nin raporunda ise “2024’te bir yılda 74 gazeteciye soruşturma açılırken bu yıl sadece ocak ayında 42 gazeteciye soruşturma açıldı. Soruşturmalardan 17’si davaya dönüştü” denildi.
İktidarın silah olarak kullandığı yargı, şimdi de 13 yıl önceki “Gezi eylemleri”ne yönelik haber ve programları tarayarak yeni suçlular üretmeye çalışıyor. İktidar yanlısı medya da bitip tükenmek bilmeyen bu “cadı avı”na destek veriyor, alkış tutuyor.
Bağımsız, eleştirel ve de muhalif gazetecilik zor bir yıla daha girdi, gazeteciliğe devam…
Medyamız deprem felaketini yıldönümünde anımsadı. AA ve TRT de dahil olmak üzere iktidar medyası deprem sonrası günlerde olduğu gibi yine pembe gözlüklerle baktı; depremin izleri silinmiş, tüm sorunlar çözülmüş gibi yayınlar yaptı. “Asrın ihyası” diyecek kadar da abarttılar.
Konteynerlerde hâlâ 651 bin 958 insanın yaşadığını, yapılan konutların vadedilenin üçte biri düzeyinde kaldığını gözardı ettikleri gibi 6 Şubat gecesi polisin, protokolün olduğu tören alanına girmek isteyen depremzedelere zor kullandığını, üçünü yere yatırıp kelepçelediğini de haber yapmadılar. İletişim Başkanlığı’nın hazırladığı “Asrın Felaketinin 2. Yılı: İnşa ve İhya Çalışmaları” adlı kitap da sorunlara, eksiklere yer verilmeyen, tam bir propaganda çalışmasıydı.
Enkazın altındaki kızının elini tutan baba Mesut Hançer’in fotoğrafı, “Depremin sembol fotoğrafı” başlıklarıyla neredeyse tüm televizyon, gazete ve haber sitelerinde kullanıldı. Ama Halk TV dışında fotoğrafı çeken foto muhabiri Adem Altan’ın adının belirtilmemesi haksızlıktı.
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, deprem bölgesindeki gazetecilerin sorunlarıyla ilgili bir rapor açıkladı. Ama gazeteciler ve gazetecilik meslek örgütleri olarak bir eksiğimiz de deprem felaketinde yaşamını yitiren aralarında gazeteci, medya sahibi, programcı ve yazarların da olduğu 32 meslektaşımızı anmak için çeşitli etkinlikler düzenlenmemesiydi. Bir tek Hatay Gazeteciler Cemiyeti, ölen dokuz Hataylı gazeteciyi bir mesajla andı, o kadar…
Meslektaşlarımızı anarken deprem ve felaket gazeteciliği deneyimlerini de konuşabilirdik. Gazeteciliğimize katkıda bulunacak ne çok proje dile gelmişti felaketin ertesinde. Yine unuttuk.
Oysa Türkiye gibi bir felaketler ülkesinin gazetecileri olarak deprem (ya da felaketler) sayfalarını, programlarını sürekli hale getirip, toplumun dikkatini her daim canlı tutabilir; sorunların çözümünü hızlandırabilirdik. Olmadı, bırakın sayfalar ve programlar hazırlanmasını, yaygın medya 6 Şubat depreminin yıldönümüne kadar deprem bölgesini yok saydı neredeyse.
Oralardaki insanların dertlerini dert edinen meslektaşlarımızın hakkını da teslim etmek gerek. Muhalif medya aralıklarla da olsa geçen yıl içinde bölgedeki sorunları aktarmayı ihmal etmedi. ANKA haber ajansı, özellikle son iki ayda o kentlere gönderdiği ekipler ve canlı yayınlarla muhalif medyanın deprem kentleriyle ilgili haber kaynağı oldu. Bölgeden de Kazım Kızıl gibi serbest gazeteciler, bölgedeki durumu haber yapmayı, görüntü ve fotoğraf aktarmayı sürdürdüler.
Eleştirel ve bağımsız gazetecilerin omuzlarına çöken iş yükü çok ağır bu ülkede…
TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan da “kahvaltılı basın toplantısı” düzenleyince yazar ve yönetmen Hakan Yavuz, “Komünistler de düzene uydu” paylaşımıyla tepki gösterdi. “Lüks ‘basın’ toplantılarını Türkiye’ye, ‘Yiyecek içecek verirsek, çok gazeteci gelir’ zihniyeti ile Özal bulaştırdı” dedi.
Ardından bir tartışma çıktı tabii. “Gazetecilerin basın toplantısına kahvaltı için gitmediğini” söyleyenler oldu. Bu doğru. Gazeteciler, kahvaltı veriliyor diye koşturarak gitmezler toplantılara.
Ama bu modanın bizde Turgut Özal döneminde, 1980’lerde başladığı doğru. Önce siyasiler başladı kahvaltılı basın toplantılarına. Sonra iş alemine, belediyelere, sendikalara, her yana yayıldı. Son günlerde Tabipler Birliği ve rektörler bile kahvaltılı yapıyor basın toplantılarını.
Tanışma, veda, yıllık toplantılar gibi özel durumlarda kahvaltılı basın toplantısı yapılması anlaşılır. Rahat sohbet ortamı sağlanır böylece. Hem de günün erken saatinde yapıldığı için zamandan kazanılmış olur. Öyle mükellef bir kahvaltı sofrası donatmadan, basit atıştırmalıklar çay kahve yeter bilgi alışverişi için…
Fakat “kahvaltılı basın toplantıları” son zamanlarda, gazeteciler bilgi almaya değil de kahvaltıya gelmiş, yiyip içip gideceklermiş mantığıyla hazırlanıyor; masada envaiçeşit yiyecekler oluyor. O zaman da kahvaltı, basın toplantısının önüne geçiyor. İster istemez not alma ve soru sormaya odaklanmakta zorluk yaşanıyor.
Anlıyorum, zengin kahvaltı masalarıyla basın toplantılarını gazeteciler için daha çekici hale getirmeye çalışıyorlar. Fakat gazetecileri, kahvaltı “rüşveti” ile toplantıya gelecek insanlar olarak görmüş oluyorlar. Farkında değiller belki ama kahvaltı, basın toplantısında aktarılan bilgi ve görüşlerin haber değerini artırmaz.
Bir ara bazı politikacılar, sendikacılar ve işinsanları, basın toplantılardan sonra gazetecilere “küçük” hediyeler de vermeye başlamışlardı ama neyse uyarılar üzerine vazgeçtiler. Hediye vermek de gazeteciyi yücelten değil küçük gören ve etik dışı bir anlayışın sonucu nihayetinde. Umarım bu kahvaltılı basın toplantısı alışkanlığını da bırakırlar tez zamanda…
Cumhurbaşkanı Erdoğan ile MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin, soru soran gazetecileri azarlaması, terslemesi gibi sahnelere sık rastlıyoruz.
Şimdi CHP Genel Başkanı Özgür Özel de başladı gazetecilere ters davranmaya. Grup toplantısından çıkarken kendisine “Mansur Yavaş’ın önseçime karşı olduğu söyleniyor” diye soru sormaya çalışan A Haber muhabirine, “A Haber sen de kurtulamazsın tek başına. Ya hep beraber ya hiçbirimiz!” karşılığını verip, yürüyüp gitmiş.
Bu bir yanıt da değil espri de. Genel Başkan olarak muhabire böyle davranması hoş değil. A Haber’in yanlı haberciliğine tepkisini dile getirmek istiyorsa muhatabı A Haber’dir.
Sabah’ın, Özel’in bu davranışını “Özgür Özel’den DHKP-C sloganıyla A Haber’e tehdit” diye aktarması da gerçeği deforme eden ve abartılı bir yanlış habercilik. Hem bir tehdit içermiyor Özel’in sözleri, hem de o sloganın DHKP-C ile ilgisi yok. Alman şair, oyun yazarı, tiyatro yönetmeni ve kuramcısı Bertolt Brecht’in “Ya hep beraber ya da hiçbirimiz” şiirinden esinlenilen, Türkiye’de on yıllardır mitinglerde, yürüyüşlerde kullanılan bir slogan…
İyi gazetecilik, bu sloganı “DPKP-C’nin sloganı” diye çarpıtmaz; Cumhurbaşkanı Erdoğan, sloganın geçmişiyle ilgili yanlış bilgi verdiğinde de düzeltir, okurunu izleyicisini yanıltmaz.
Tek cümleyle:
ELEŞTİRİ, ŞİKÂYET VE ÖNERİLERİNİZ İÇİN: [email protected]
Faruk Bildirici
Dijital alem, herkes gibi Murat Ülker’e de özgür bir alan sunuyor, elbette istediğiyle söyleşi yapabilir. Kendi bileceği iş, söyleşi de yapabilir; parasının gücünü dilediği gibi kullanabilir.
Benim itirazım iki noktada. Birincisi dostlarıyla söyleşilerini “röportaj” olarak tanımlayarak, gazetecilik faaliyeti gibi sunmasına. Röportaj, Yaşar Kemal, Fikret Otyam, Bekir Yıldız, Erol Toy gibi ustaların değerli örneklerini sergiledikleri, gazeteciliğin edebiyata yakın dalıdır. Bir kişinin önüne kayıt cihazı koyup sorular sorup onu yayımlamak ise söyleşidir. Murat Bey, bilmiyor olabilir ama kendisinin yayımladıkları ise söyleşi.
Ama yaptığı bir gazetecilik söyleşisi de değil, “dostlar arası sohbet” babından bir iş. Kendisi mi hazırlamış, emin olamadım ama sorularında en ufak bir eleştirel yaklaşım, olumsuzluk ya da sorgulamaya rastlanmıyor. Dostlarını ağırlıyor sohbetlerinde… Örneğin Bülent Eczacıbaşı’nın birkaç yıl önce Bodrum’da silahlı adamlarıyla birlikte şantiye basmasından söz edilmediği gibi, Hanzade Doğan söyleşisinde de Doğan Holding’in, medyadan AKP iktidarının baskısıyla çıkışı gündeme getirilmiyor.
İkinci itirazım da gazetecilerin bu söyleşileri, “başarılı gazetecilik ürünleri” olarak görmesine ve medya kuruluşlarının bu söyleşileri haber gibi yayımlamasına… Fehmi Koru, Karar’daki “Gazetecilik ve yazarlığı patronlara kaptırıyoruz” yazısında “Murat Ülker internet ortamında gazetecilik alanına giren işler de yapıyor” ve “Yapılanın iş tanımı, gazetecilik” diyordu.
İyi de cep telefonuyla fotoğraf çekenler foto muhabirliği, sohbetlerini kaydedip yayımlayanlar da gazetecilik mi yapmış oluyor? Tabii ki hayır. Murat Ülker’in yaptığına gazetecilik dersek kendi blogunda benzer işler yapan o kadar çok insan var ki, içinden çıkamayız.
Gazetecilik açısından sorun, medyanın, iş insanlarının birbirlerini pohpohlamasına bu kadar teşne olması. Murat Ülker söyleşilerini haberleştirmeye, tanıtmaya bu kadar hevesli olmasalar hiç konuşmayacağız bile…
Fehmi Koru’nun, ekranlardaki “konuşan kafalar”ın altına “Gazeteci-Yazar” yazmakla yetinmeyip hangi medya kuruluşunda çalıştığının da yazılması gerektiği önerisi ise çok yerinde. Kim kimdir hem biz bilelim hem de izleyici…
Bakmayın siz Melih Altınok’un, Sabah’taki yazısına “Canan Karatay’ı ihbar ediyorum” başlığı koymasına. O işin esprisi, aslında Karatay’ı savunuyordu.
Elbette savunabilir ama Altınok, “Kelle paça için’ tavsiyesi nedeniyle hakkında davalar açılan Profesör Canan Karatay” diyor. Çok aramama rağmen Karatay hakkında “kelle paça tavsiyesi” nedeniyle açılan dava bulamadım.
Geçmişte bir davası vardı, o da “gebelikte şeker yüklemesi yaptırmayın” sözleriyle ilgiliydi. İstanbul Tabip Odası Onur Kurulu 15 gün meslekten men cezası vermiş, Karatay da dava açmıştı. Davayı kaybetti ama en sonunda Anayasa Mahkemesi, “ifade özgürlüğü” gerekçesiyle Karatay’ı haklı buldu.
Bir de Altınok, “Karatay şimdilerde de dört yıldır görmediği bir hastasına ‘Alkol alma, çok meyve yeme, tuzu ihmal etme’ dediği için yargılanıyor” yazıyor. Anlıyorum, Altınok davayı karikatürize etmiş fakat yazdığı Karatay’ın savunması.
İki ay önce yaşamını yitiren Ceyhun Ülker, doktorların kendisine by-pass önerdiği ama Karatay’ın, kullandığı tüm ilaçları bıraktırdığı, yüksek tansiyon için hafif doz ilaç ve bol tuz önerdiği, 4 yıl süreyle uyguladığı yanlış tedavi nedeniyle böbrek nakli olduğu ve ağır düzeyde engelli kaldığı gerekçesiyle meslekten men davası açmıştı. Davayı sürdüren eşi Hürriyet Ülker de “Eşim alkolik değildi” diyordu.
Elbette hangi tarafın haklı olduğuna mahkeme karar verecek ama Altınok, yazıda davayı açan tarafın da görüşünü yansıtsa okurlarını daha dengeli ve eksiksiz bilgilendirmiş olurdu.
Bir zamanlar tirajı 200 binlere kadar çıkan Hürriyet Avrupa efsanesi sona erdi. Nezih Demirkent’in girişimiyle 1969’dan bu yana Almanya’da basılıp Avrupa ülkelerine dağıtılan Hürriyet, Türkiye’den haberlerin yanısıra oradaki Türk toplumuyla ilgili gelişmelere de yer veriyordu.
Türkiye’deki televizyon kanallarının Avrupa’dan da izlenebilmesi, internet haberciliği ve Demirören Medya’nın izlediği yayın çizgisi, Hürriyet Avrupa’nın tirajını son zamanlarda binin altına düşürmüştü. Sonunda Avrupa baskısı sürdürülemez hale geldi ve 1 Şubat’tan itibaren yayınına son verildi. Maalesef Hürriyet’te bu konuda bir açıklama da yayımlanmadı.
Sabah gazetesi de Avrupa baskısını daha önce sonlandırmıştı. Şimdilerde sadece Sözcü, Avrupa’da dağıtılmaya devam ediyor. Bakalım o daha ne kadar sürecek, göreceğiz…
Halk TV’den Barış Pehlivan, Serhan Asker, Seda Selek ve Kürşad Oğuz’un gözaltına alınması ve ardından Suat Toktaş’ın tutuklanması, muhalif medyaya yönelik “hukuk” operasyonlarının devamı. Son iki ay içinde açılan davalar, gözaltılar, engellemeler de bunun somut kanıtı:
Tek cümleyle:
ELEŞTİRİ, ŞİKÂYET VE ÖNERİLERİNİZ İÇİN: [email protected]
Faruk Bildirici
Ancak programda “Gazeteci-yazar” olarak sunulan Şamil Tayyar’ın yorumları, “AKP’li” ya da “Eski AKP Milletvekili” olarak haber yapılıyor. Son olarak Kartalkaya’da yanan otelin belediyenin yetki alanında olmadığı sözleri de muhalif medyada “AKP’li Şamil Tayyar: Grand Kartal Otel belediyenin yetki alanında değil” benzeri başlıklarla yayımlandı.
Sadece muhalif medya da değil, Şamil Tayyar’ın yorumları TGRT Haber’in web sayfasında ve hatta bu grubun gazetesi Türkiye’de de “Gazeteci yazar” değil, “AK Partili” ya da “Eski AK Partili milletvekili” diye aktarılıyor.
TV100’de katıldığı Talat Atilla’nın programında da Şamil Tayyar için ekranda “gazeteci-yazar” yazıldı ama konuşurken “Eski milletvekili sıfatı ile değerlendirmeler yaptığı”ndan söz etti. Nitekim programdaki sözleri “Eski AKP milletvekili” olarak haberleştirildi.
Ekranda “Gazeteci-yazar”, haberlerde “eski milletvekili” kimliğine bürünen Şamil Tayyar, sosyal medyadaki profilinde kendisini “gazeteci, yazar, siyasetçi” olarak tanıtıyor. Zaten paylaşımları ve konuşmalarında zaman zaman “AKP’li kimliği”ni kendisi de vurguluyor.
Bu durumda ister istemez, hangisi doğru sorusu ortaya çıkıyor? Şamil Tayyar, gazeteci-yazar mı, siyasetçi mi? Yoksa hem gazeteci hem de siyasetçi mi?
Şamil Tayyar ile ilgili bu gördüklerimiz, -daha önce başka isimlerde de gördüğümüz gibi- gazetecilikten siyasetçilik tarafına geçtikten sonra gazeteciliğe dönmenin öyle pek de kolay olmadığını gösteriyor. Olmaz demiyorum ama çok zor olduğu, örneklerle sabit…
Bir kişinin hem gazeteci hem siyasetçi olması doğru değil. Gazetecilik ile siyaset, çıkar çatışması yaratan iki farklı disiplin. Siyasetçi, ister istemez olaylara, olgulara partisinin gözlüğüyle bakar, parti çıkarını kamu yararının önüne geçirir, nesnel davranamaz.
Şamil Tayyar’ın da kendisini hem gazeteci-yazar, hem de siyasetçi olarak tanımlaması yanlış. Gazeteci-yazarlığı geride kalmış, siyasi kimliği ağır basıyor artık. O yüzden de ekranlarda “Gazeteci-yazar” olarak tanıtmak yanlış. Siyasetçi kimliğini yok saymak olur ki, çok yanıltıcı…
Cumhurbaşkanı Erdoğan, AKP Ankara İl Kongresi’nde kürsüye çıktığında canlı yayın yapan haber televizyonlarının ekranlarında saatler 14.59’u gösteriyordu. Konuşması bittiğinde de 15.11’i…
Bakanlar Ali Yerlikaya, Mehmet Nuri Ersoy, Kemal Memişoğlu ve Vedat Işıkhan’ın Kartalkaya’da yanan otelin önünde basın toplantısına başladığında ise ekranlardaki saatte 15.14 yazıyordu! İki canlı yayın arasında sadece üç dakika vardı…
Halbuki bakanlar oraya uzun süre önce gelmişlerdi; gazeteciler ve ekran başındaki insanlar, -Bolu Valiliği’nin yazılı açıklamasından sonra- ilk kez ayrıntılı bilgi verilmesini bekliyorlardı. Muhabirler, bakanların basın toplantısı yapacağını çok önceden öğrenmiş, orada bekleşiyorlardı.
İçişleri Bakanı Yerlikaya, nihayet mikrofonların önüne yaklaşırken, Sözcü TV’deki sunucu,
“O beklenen açıklama… 1,5 saat oldu neredeyse bir açıklama yapmalarını bekliyorduk.…Ve evet başladı İçişleri Bakanı konuşuyor” dedi. Sonra canlı yayına geçildi.
Demek ki, Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan’ın Halk TV’de İsmail Saymaz’ın sorusu üzerine söylediği “Açıklama için Cumhurbaşkanının yayınının bitmesini beklediler” tespiti doğruydu; Bakanlar, saatler önce yangın bölgesine gelmişler ama basın toplantısına başlamak için Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşması ve AKP’ye katılan Kürşad Zorlu’ya rozet taktığı canlı yayınının bitmesini beklemiş; geciktiklerinin farkında oldukları için de hemen üç dakika sonra kameraların karşısına geçmişlerdi.
Onca insanın öldüğü ve tüm ülkenin merakla, heyecanla, hüzünle açıklama beklediği bir olayda bile bakanların önceliği Tayyip Erdoğan’ın konuşması olabiliyor. Erdoğan’ın canlı yayınını kesmektense milyonlarca insanı bekletmeyi yeğleyebiliyorlar.
Hem de Erdoğan konusunda bu kadar duyarlı davranan bakanlar, kendilerini topluma zamanında ve yeterli bilgi vermekle yükümlü hissetmiyorlar. O yüzden de doğru düzgün bir basın toplantısı düzenleyip gazetecilerin sorularını yanıtlamıyorlar.
Tüm turistik işletmeler konusunda yetkili Kültür ve Turizm Bakanı M. Nuri Ersoy da Kartalkaya’daki yangından sonra günlerce gazetecilerden kaçtı; ancak dördüncü gün iktidar yanlısı CNN Türk kanalında Ahmet Hakan’ın karşısına çıkabildi. Ahmet Hakan ise Bakan Ersoy’un tur şirketi ve iki yangın merdiveni sözünün yanlış çıkması da başta olmak üzere aydınlanması gereken birçok soruyu sormadı bile…
Şeffaflık olmayınca gerçeğe ulaşmak zorlaşıyor. Hele de devlet katındakiler bu kadar kapalıyken…
Sözcü’nün web sayfasında “EYT’yi kaçıranlar üzülmesin! Kademeli emeklilik geliyor” haberini görünce şaşırdım. Zira Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan, daha birkaç gün önce “Mağduriyet söz konusu değil” diyerek kademeli emekliliğe kapıyı kapatmıştı.
“Yeni bir gelişme mi oldu” diye, haberi okudum. Uzun uzun kademeli emeklilik formüllerinin anlatıldığı haber, “Ancak, bu düzenlemenin ne zaman hayata geçirileceği ve detaylarının nasıl şekilleneceği henüz net değil” cümlesiyle noktalanıyordu!
Demek ki, yeni hiçbir gelişme yokken sırf kademeli emeklilik bekleyenleri avlayıp, siteye tık almak için haber uydurmuşlardı! Ne yazık ki, gerçeği yansıtmayan bu haberi Cumhuriyet ve başka siteler de benzer başlıklarla alıntıladı.
Üstelik Sözcü, daha önce de emeklilik bekleyenleri aldatan benzer haberler yayımlamıştı; 20 Ocak’taki de son olmadı. 23 Ocak’ta da bu kez “44-55 Yaş Arası emeklilik bekleyenlere Mini EYT yolda” haberini kullandılar. En sonunda “kesin bir tarih belli değil” yazan bu haber de emeklilik bekleyenleri avlamak için kurgulanmıştı.
Sözcü’de yayımlanan ve Dünya, Oksijen, Sputnik, Aydınlık, Memurlar.net ile Ekol TV’nin de alıntıladığı “SGK duyurdu erkekler dul maaşı alabilecek” haberi de uydurmacaydı. Yeni bir düzenleme yoktu, yeni bir açıklama da yapılmamıştı.
Sözcü’den sonra 24 Ocak’ta da Hürriyet’in Bigpara bölümünde “Kademeli emeklilik gelecek mi, ne zaman çıkacak? Kademeli emeklilik şartları neler?” başlıklı haber yayımlandı. Bu haberi de kademeli emeklilik geliyormuş gibi düzenlenmişti ama sonundaki Bakan Işıkhan’ın sözleri haberin tümünü çöpe atıyordu.
Gazeteci yanlış yapabilir ama yalan söylemek, insanları aldatmak gazeteciliğe sığmaz.
Ama Sözcü ve Hürriyet’in “kademeli emeklilik geliyor” haberleri, insanların merakını kötüye kullanmak için oluşturulmuş. Bilerek, planlayarak yalan söyleniyor insanlara…
Maalesef ekonomik zorluklar yaşayan emeklilerin aylık artışları, ek ödemeler, bayram ikramiyesi gibi konulardaki meraklarını kötüye kullanma, yalan haberlerle tiraj ve tık devşirme faaliyeti Sözcü ve Hürriyet ile sınırlı değil. Takvim gazetesiyle başlayıp, öbür gazetelere, haber sitelerine, haber televizyonlarına da yayıldı bu aldatmaca.
Yılbaşından önce emekli aylıklarının artışıyla ilgili tahmin yarışına giren meslektaşlarımız, aynı aldatma çabasını bugünlerde bayram ikramiyeleri ve banka promosyonlarında da sürdürüyorlar. Yine çoğu tahmin tutmayacak ama bir kez daha emeklileri aldatmış olacaklar.
Gazeteci insanları aldatmaz, insanların umudunu sömürmez…
Tek cümleyle:
ELEŞTİRİ, ŞİKÂYET VE ÖNERİLERİNİZ İÇİN: [email protected]
Faruk Bildirici
Bu konuda üç yazı kaleme alan Uğur, yazılarında bir kadın menajerin, “kadın oyuncularından birini, bir eşcinsel şarkıcıyla sevgili gibi lanse edip şarkıcının işadamı sevgilisinden 5 milyon dolar tırtıkladığını’ da öne sürmüştü. Uğur’un bu kadar ağır bir suçlamayı isim vermeden de olsa dedikodu biçiminde ve karşı görüş almadan aktarması sorunluydu.
Altuntaş’un “Rekabet Kurulu’nun 21 kast ajansı ve menajerlik şirketi hakkında rekabeti ihlal soruşturması açtığı”nı, 7 Ocak’ta web sayfasında yazmasına kadar da kimseler üzerinde durmadı bu iddianın. Rekabet Kurulu’nun soruşturma açıklamasıyla birlikte anımsandı o yazılar…
Dizi sektörünün ünlülerinin paylaşımları sosyal medyada uçuşurken Fuat Uğur’un isim vermediği kadın menajerin ID İletişim’in kurucu ortağı Ayşe Barım, “reklam aşkı” yaşayanların da Serenay Sarıkaya ile Mert Demir olduğu söylentileri yayıldı.
Enteresandır, tıpkı oyuncular gibi magazin medyasında da saflaşma oldu. Saflaşmanın en bariz iki örneği Sabah’ın magazin eki Günaydın ve Hürriyet’in magazin eki Kelebek’ti. İddialar, ilk günden itibaren hemen her gün Günaydın’ın manşetindeydi:
“Rekabet Kurulu’ndan ‘Korku İmparatorluğu’na soruşturma, “Korku düzeni ifşa oldu”, “Bu zorbalık ve mafya düzeni bitsin artık”, “Suçlamalar ciddi, hedefteki isimler ifade verecek”, “Menajerler biat etmeyenin hayatını karartıyor”, “Gerçekleri karartma paniği / Ayşe Barım’a yurtdışı yasağı”, “Bazı menajerler mafya gibi”, “Güçlünün güçsüzü ezdiği bir sistem bu.”
Kelebek ise altı gün boyunca sessizliğe gömüldü. Öyle ki, Rekabet Kurulu’nun soruşturma açtığını bile haberleştirmediler. Günler sonra Ahmet Hakan Hürriyet’teki köşesinde kısaca yer verdi; Kelebek’te de Orkun Ün ve Savaş Özbey köşelerinde yazdılar; o kadar.
Savcılığın da soruşturma başlatması ve Ayşe Barım’a yurtdışı yasağı koymasıyla birlikte Kelebek, sessizliğini bozarak, savunma atağına kalktı. İlk olarak Serenay Sarıkaya ve Mert Demir’in avukatlarının “Bize ulaşan tebligat yok” sözlerini manşet yaptı. Mert Demir’in sözleri de aynı gün Hürriyet’te haber oldu. Bir gün sonra da savunma “Serenay’a haksızlık yapılıyor” haberiyle sürdürüldü. Hatta çok beğenilmiş olacak ki, Mert Demir’in sözleri ertesi gün bir daha yinelendi. Sarıkaya’nın savcılığa ifade vermesini de “Savcı o iddiayı sordu” diye haberleştirdi.
Velhasıl, Günaydın ve Kelebek, uçlara kaymış ve taraf olmuş durumdalar. Günaydın, suçlamaları yayımlarken savunmalara yer vermiyor; iddia makamından yayın yapıyor. Kelebek ise okuru bilgilendirmeyerek ve sadece savunmaları yayımlayarak, soruşturulan menajerler ile şirketlerinin savunuculuğunu üstleniyor. İkisi de gazetecilik açısından hatalı.
Halk TV ve haber sitesi, aylardır Sinpaş şirketinin Marmaris’in Kızılbük koyunu betona çeviren inşaatına karşı yayın yapıyordu. Gözde Şeker de bir ay kadar önce yayımlanan “Kırmızı Çizgi” programında Halk TV’nin yaklaşımını şöyle açıklıyordu:
“Halk TV olarak öyle peşkeş çekilen koyların, madene açılan ormanların takipçisiyiz. Adım adım takip ediyoruz. Bu takipten sonuç aldığımız çok sayıda da örnek var.
Marmaris’te Kızılbük bir cennet köşe. En klişe ifadeyle. Fakat Kızılbük oldu betonbük. İnşaat yasağı var, uymayanlara mühürleme var, para cezası var. Fakat buna rağmen inşaata devam etme özgüvenini, cesaretini taşıyanlar var. Mahkeme ruhsatları iptal etti.”
Gözde Şeker’in bu sözleri, Halk TV’nin Youtube hesabında “Mahkemeden bomba karar! Marmaris Kızılbük’ü talan eden Sinpaş’ın ruhsatları iptal edildi” başlığıyla sunuluyor.
Sinpaş’ın bu inşaatı hakkındaki “Hükümete yakın şirkete şimdi de valilik izni! Marmaris’i bu hale getirdiler!”, “Marmaris’teki koyu, Sinpaş 18 yıldır talan ediyor! İnşaat yasağı, mühür. Bu inşaat hepsinden muaf!” ve “Sinpaş’a mahkemeden şok. Cennet koyu betona boğan proje için iptal kararı” başlıklı haberler de hâlâ Halk TV’nin haber sitesinde duruyor.
Fakat Dr. Cem Baykal’ın, sosyal medyadaki paylaşımından görüp, baktım ki Halk TV’nin internet sitesinde “Denize sıfır 2025 Nisan teslim” diye Sinpaş’ın bu inşaatının reklamı yayında.
Haber ve programlarınızda bu inşaatın çevreye zarar verdiğinden, mahkemenin ruhsatını iptal ettiğinden bahsedeceksiniz; sonra da reklamını haber sitenize koyup o inşaatın tanıtımına ve satışına katkıda bulunacaksınız! En hafif deyimle, çelişik ve ilkesiz bir tutum bu. Haber ve yorum ile reklamlar birbirinden bağımsız değerlendirilemez.
Dahası, haber ve yorumların zıddı reklam yayımlamak o kanalın para kazanmak uğruna haber ve yorumların inanılırlığını yok etmeyi göze aldığı anlamına gelir. Öyle ya, Halk TV’nin okur ve izleyicileri, hangisine inanacak? Haber ve yorumlarına mı, yayımladıkları reklamlara mı?
Narin Güran cinayeti davasında mahkeme kararını verdi, dosya artık temyiz sürecinde. Ama cinayeti kimin, neden işlediği aydınlatılamadığı için tarafların aklanma çabaları da sürüyor. Sanıklardan Nevzat Bahtiyar’ın avukatı Ali Eryılmaz’ın paylaşımı da böyle bir çabaydı:
“Az kaldı, görünen o ki ya bir itiraf gelecek ya da birbirlerini suçlamaya başlayacaklar. İlk suçlama da geldi. Yüksel ‘Salim yaptı’ dedi. Hadi bakalım, söz sırası Salim’de!”
Gazeteciler, avukatın bu paylaşımının üzerine atladı desem yeridir. Artı Gerçek, Evrensel, Haberler, Habertürk, Hürriyet, Sputnik Türkiye, TGRT Haber, T24, Milliyet, Sözcü TV ve 24TV’nin de aralarında olduğu çok sayıda medya kuruluşu başlıklarda “iddia” sözcüğünü de kullanarak haber yaptı. Ama Akşam, Sabah, Gazete Duvar, Gazete Pencere, Halk TV ve CNN Türk’te avukatın sözleri, “Suçlamalar başladı”, “Cinayet itirafı” ve “İlk itiraf” gibi başlıklarla gerçekmiş gibi sunuldu.
Hemen belirteyim, haber böyle yazılmaz. Haber doğrulanmış bilgilerle oluşturulur. Gazetecilik, paylaşımları kontrol etmeden aktarma mesleği değildir. Paylaşımları “iddia” diye yazmak gazeteciyi kurtarmaz, her söylenen hemen haber metnine dönüştürülemez.
Avukatın paylaşımını haber yapmadan önce “Avukatın iddiası doğru mu?” ve “Anne gerçekten de itiraf etti mi?” soruları sorulmalı, yanıtı aranmalıydı. Doğru gazetecilik budur.
Bahtiyar’ın avukatının sözlerine karşı, yetkilileri ya da Güran ailesinin avukatlarını aramak çok zor olmasa gerek. Nitekim A Haber muhabiri Sinan Yılmaz yetkililerle görüştüğü ve itiraf iddiasının doğrulanmadığı bilgisini haberine eklemişti.
Maalesef sadece avukatın paylaşımına dayanarak yapılan haberler, annenin gerçekten böyle bir itirafta bulunup bulunmadığı bilgisini vermiyor. O yüzden bunlar haber değil, ham, yetersiz metinler. Gazeteciliğin soru sorma yeteneğinden eser yok bu metinlerde, şüphecilikten de…
Yeni Şafak yazarı Ali Saydam’ın Onursal Başkanı olduğu Bersay İletişim analistlerinden Ramazan Çakmak, 15 Ocak’ta bazı medya kuruluşlarına bir e-posta gönderdi:
“Sayın Gazeteci Dostumuz, Bugün İHA’da çıkan “Maslak’taki rezidans inşaatında cinayet” başlıklı haber, kaynağı İHA tarafından kaldırılmıştır. Bu vesileyle sayfanızda geçtiğiniz haberi kaldırmanızı rica ediyoruz. Desteğiniz bizim için kıymetli. Çok teşekkürler…”
Böyle bir e-posta gönderilebilmesi tam bir fecaat. Bir iletişimci, gazetecilerin amiri değildir; “rica” edemez; bir haberin kaldırılmasını isteyemez. Eğer varsa mantıklı bir nedeni, onu belirtmesi gerekir ki, mesajda böyle bir bilgiden ya da haberin yanlış olduğundan söz edilmiyor.
Ayrıca İHA haberini yayından kaldırmışsa abonelerine o bilgi verir, iletişimcinin araya girmesine gerek yok. Kaldı ki, sözkonusu haberi DHA da geçmiş, mesaj gönderen iletişimci bunun farkında değil. Nedense İHA kaldırmış ama DHA’nın haberi birçok yerde yayında…
Cinayet işlenen rezidans inşaatının firması, Bersay İletişim’in müşterisi olabilir ama haberlerde rezidansın adı bile yok. İsmi bile yazılmayan bir şirketin itibarı uğruna bir cinayet haberinin engellenmek istenmesi nüfuzun kötüye kullanımı. İletişimcilerin iletişim gafı…
Tek cümleyle:
ELEŞTİRİ, ŞİKÂYET VE ÖNERİLERİNİZ İÇİN: [email protected]
Faruk Bildirici
Polis, onların direnişini kırmak ve Çatalca’dan çıkıp Ankara’ya yürümelerini engellemek için ablukaya aldı, yine de yılmadılar. Bereket hâlâ muhalif medya var da işçilerin eylemi günü gününe haberleştirildi, duyulması sağlandı.
Fakat iktidar medyası, bu 172 gün boyunca işçilerin, polis müdahalesiyle yerlerde sürüklenmelerini, açlık grevlerini sadece seyretti. Anlı şanlı gazeteleri, TV’leri ve haber siteleri neredeyse hiç haber yapmadılar, işçileri görmezden geldiler. Hepsi yine patron safında sıralandı. Hatta Yeni Akit, “Polonez’de sendika zorbalığı” haberi yayımladı.
İşçilerin mücadelesini yok sayanlardan biri de Akşam’dı. O da sadece “İstanbul’da 145 işçiyi işten çıkaran işverene 2 milyonu aşkın ceza” haberi yayımladı ama sonra eylemleri görmedi. Ne zaman ki, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan da araya girmek, işveren de geri adım atmak zorunda kaldı; anlaşma sağlandı ve işçiler haklarını kazandılar, işte o an iktidar medyası Polonez işçilerini anımsayıverdi.
İşçilerin eylemini o güne kadar haber yapmayan Hürriyet, “Polonez işçileri ile işveren arasında mutabakat”, Milliyet, “Bakan Işıkhan, Polonez işçilerine yönelik mutabakatın sağlandığını duyurdu” başlıklarıyla anlaşma sağlandığını duyurma gereği hissetti.
Akşam ise rakipsizdi. Yaşananları bir çırpıda “İşçiler eylem başlattı, Çalışma Bakanlığı devreye girdi ve sendika ile işveren anlaştı” diye özetleyip, bakanlığın başarı öyküsüne dönüştürdü: “İşçinin yüzünü bakanlık güldürdü.”
Bırakın gazeteciliği, tutarlı davranma gereği duyan hiç kimse böyle davranamaz. Gazeteci dediğin haksızlığa uğrayanı savunur, sessizlerin sesi olur. Akşam gazetesi ise 172 gün boyunca yok saydığı işçi direnişini iktidarın propaganda hanesine artı olarak yazmayı görev biliyor. Yazık, umarım böyle “habercilik” yapan meslektaşlar bu yazıyı okuduktan sonra aynaya bir daha bakar. Onlar adına üzülüyorum…
Nefes gazetesinin “Sokaktaki vatandaş konuşuyor” köşesinde küçük bir kutu başlığıydı; “İki üniversite bitirdim ama atanamadım.” Bir gencin metroda video çekerek yaşadıklarına isyan ettiği anlatılıyordu bu kutuda:
“İki tane üniversite bitirdim, öğretmenliği kazandım yıllardır atanamıyorum. Şimdi ise A-101’de kasiyer olarak işe başladım. Anne, oğlunla gurur duy…”
Belli ki, Nefes’in bu köşesini hazırlayan editörler, bu videoyu gerçek sanmıştı. Sosyal medyaya baktım, orada da bu videoyu, aralarında “23 Derece” gibi kısa habercilik yapanların da olduğu onlarca hesap değişik tarihlerde paylaşmıştı.
Fakat dikkatli bakınca bu videonun üzerinde bir logo görünüyor; “@husovynreels”. Instagram ve YouTube’da bu hesaba bakınca Hüseyin Kaya adlı, sosyal medyada ünlü olma heveslisi bir gençle karşılaşıyorsunuz; öyle atanamayan öğretmen falan da değil. “İki tane üniversite bitirdim” dediği videoyu 8 Ağustos 2024’te yayınlamış, yeni de değil yani…
Otobüslerde, sokaklarda, cafelerde, AVM’lerde çekilmiş onlarca video var hesabında. Otobüs içinde video çekmeyi de pek seviyor, hep “Arkadaşlar” diye başlıyor, kiminde kredi kartı borcunu kapatan biri oluyor, öbüründe şiir yazan damat oluyor. Videoları hep kurgu…
En matrağı da bir kazı kazan bayiinde “4 milyon lira kazandım” diye bağırarak fırladığı video. İnsanlar bu görüntüye öyle inanmış ki, tehdit mesajlarından, para isteyenlerden başını alamamış. Sonunda o videonun “yalan” olduğunu açıklayan yeni bir video çekmek zorunda kalmış.
Medya okur yazarlığı konusunda cahil insanların bu gencin videolarına inanmasını anlarım ama bir gazetenin gerçek olduğunu sanarak yayımlaması kabul edilemez. Bir editör, sosyal medyada karşısına çıkan her görüntünün, her paylaşımın mutlaka kontrol edilmesi gerektiğini bilir, bilmeli.
Nefes’te o köşeyi hazırlayan editör de “Atanamayan öğretmen” videosunu gördüğünde üzerindeki logoyu kontrol etse böyle tongaya basmazdı. Ama o kadar kontrolsüz davranmış ki, videonun metroda değil otobüste çekildiğini bile algılayamamış…
AKP Milletvekili Osman Gökçek’in Meclis’te basın toplantısı yaptığı gün medyada babası Melih Gökçek’in Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde Ankapark’a alınan dinozorlara o günkü değerinin üç katı ödeme yapıldığı haberleri vardı.
Doğal olarak, Osman Gökçek’in, Mansur Yavaş’ın Ankara Belediye Başkanlığı sırasında ceset torbaları ve kefen yolsuzluğu yapıldığı iddiasını dile getirdikten sonra gazeteciler dinozorları sordular. Osman Gökçek, bu soruya yanıt vermek yerine “O konunun muhatabı ben değilim ama” diye kestirdi attı.
Osman Gökçek bir politikacı olarak bildiğini okuyabilir ama basın toplantısı haberleştirilirken dengeli bir habercilik yürütülmesi, haberde iki unsura da yer verilmesi gerekir. İktidar medyasının kefeni, muhalif medyanın dinozorları öne çıkarması editoryal tercihtir, bu olabilir.
Ama Hürriyet, Akşam, CNN Türk, Sabah, TGRT, Yeni Akit ve Yeni Şafak gibi kuruluşlar sadece kefen, Cumhuriyet, Sözcü, Gazete Pencere gibi gazeteler de sadece dinozor meselesini haber yaptılar. Bir tarafla ilgili iddiaları aktarırken, öbür yanını eksik bıraktılar. Üstelik iktidar medyası, Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin açıklamasını ve suç duyurusunu da yayımlamadı.
Haberin unsurlarından birini aktarmamak okura ve izleyiciye haksızlık; bilgi edinme haklarına saygısızlık… Gazeteciliğin verilere nesnel yaklaşılması ilkesine de aykırı.
Sözcü gazetesinin Ali Gülen imzalı “AB’den yeşil pasaport sahiplerine kötü haber” haberinde AB’nin ETIAS sistemini uygulamaya başlamasıyla birlikte yeşil ve gri pasaport sahiplerine de ön vize koşulu getirileceği öne sürüldü.
Fakat İletişim Başkanlığı’na bağlı Dezenformasyonla Mücadele Merkezi acele AB’nin ETIAS kapsamına girdiğini açıkladığı 30 ülke arasında Türkiye’nin olmadığı açıklaması yaptı. Nitekim Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu da Sözcü’nün haberinden iki gün sonra “Türkiye ETIAS’ın parçası olmayacak ve vizesiz giriş hakkına sahip Türk yolcuların ETIAS’a başvurmaları gerekmeyecek” açıklaması yayımladı. AB’nin açıklamasında Yeşil pasaport sahiplerinin ETIAS seyahat iznine başvurmalarının gerekmediği vurgulandı.
Haber hatalı olabilir ya da eksik olabilir. Gülen’in savunduğu gibi ETIAS’ın mayıs ayında uygulanmaya başlamasından sonra da yeni gelişmeler olabilir. Ama bir haberin hatalı çıkması, hiç kimseye, hele de bir kamu kuruluşu çalışanlarına bir gazeteciyi linç etme hakkı vermez. “Cevap ve düzeltme” yöntemleri dururken böyle bir yola gitmek habercilik kurallarını geçtim; Basın Yasası’nı da askıya almak demektir.
Dezenformasyonla Mücadele Merkezi’nin isim vermeden Ali Gülen’i “Kamuoyunu manipüle etmeye yönelik asılsız iddialar”da bulunmakla suçlaması haksızlık. Tam bir yargısız infaz…
Gazeteci yargılamak, bir haber düzeltme yöntemi olamaz.
Tek cümleyle:
ELEŞTİRİ, ŞİKÂYET VE ÖNERİLERİNİZ İÇİN: [email protected]
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. KVKK uyarıları ve detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.