DOLAR 28,9511 0.15%
EURO 31,8433 0.18%
ALTIN 1.900,080,19
Ankara

HAFİF YAĞMUR

Korhan

Korhan

28 Kasım 2023 Salı

Nejad Devrim Sergisi Galeri Nev’deydi

Nejad Devrim Sergisi Galeri Nev’deydi
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Haber: Hande Öztürk

Devamını Oku

Gazetecilerin akçeli işleri ve meslek örgütleri

Gazetecilerin akçeli işleri ve meslek örgütleri
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Sosyal medyada takipçilerin uyarısıyla fark ettiğim “Kripto Fest” de “Marka Konferansı” benzeri bir organizasyon. Bir kripto para platformunun düzenlediği bu festivale gazeteciler Murat Muratoğlu, Fatih Altaylı, Emin Çapa, Özlem Gürses ve Uğur Gürses de katılıyordu.

Gazeteciler, böylesi ticari organizasyonlara neden katılırlar? O sahneye çıkmalarının gazetecilik açısından bir gerekçesi yoktur sanırım. Para alıyorlarsa da bu etik açııdan sorunlu bir durum. Haber kaynağı olan şirketlerle maddi ilişki içine girmeleri çıkar çatışması yaratır.

Konuşmacı ücretleriyle ilgili somut bir bilgi edinemedim ama Şirin Sever’in sosyal medya hesabında otomobil reklamı paylaşımlarına rastladım. Yeni bir otomobil modelinin önünde çekilmiş fotoğrafının altına “Bu bebekle hafta sonu tanıştım” diye yazmış. Otomobilin özelliklerini sayıp dökmüş, en sonuna da #reklam #lansman etiketleri koymuş!

Geçen ay Kaz Dağlarında başka bir otomobilin önünde çektirdiği fotoğrafın altına da “K…ile tanışma ve yolculuk keyfi” yazmış. Reklam etiketi yok ama otomobilin markasını etiketlemiş.

Posta Ankara Temsilcisi Hakan Çelik de Instagram hesabında uzun uzun “yeni aldığını söylediği” katlanabilir cep telefonunu anlatıyordu. “Reklam” etiketi koymamıştı ama telefonun markasını vererek övüyordu. Hatta bir takipçisinin eleştirisine karşı telefonu savunuyordu.

Gazetecilerin paralı işlerde yer almasının, reklam yapmasının sakıncalarını daha önce defalarca yazdım; Türkiye Gazetecilik Hak ve Sorumluluk Bildirgesi’nde de yer alıyor. Gazeteci, mesleğinin getirdiği güvenilirliği ticari bir ürünün pazarlaması için kullanmamalı. Zira bugün parayla bir marka ya da şirketi öven gazeteci, yarın başka konuları da parayla yazmaya kapı aralamış olur; en azından haber kaynağında ve izleyicilerinde böyle bir algı yaratır.

Benim asıl anlamadığım, gazetecilik meslek örgütlerinin bu paralı işleri neden seyretmekle yetindiği? Doğru mu buluyorlar gazetecilerin akçeli işlere bu denli bulaşmasını, yoksa çekiniyorlar mı? Görüşlerini açıklasalar da en azından tartışsak, konuşsak bu meseleyi…

     Haftanın hanut gezileri

Bazı gazeteci arkadaşlarımız, siyasilerin hakaretine ve hedef göstermesine maruz kalırken, kimi gazeteciler de şirketlerin davetleriyle Detroit, Londra ve Berlin’de gezideydiler geçen hafta. Günlük taramalarım sırasında üç şirket gezisine ilişkin haberlere rastladım.

British American Tobacco’nun Türkiye temsilciliği, Dünya, Ekonomi ve Sabah gazeteleri ile Patronlar Dünyası sitesinden gazetecileri Londra’daki “E-sigara Zirvesi”ne götürmüş. Davetli gazeteciler, zirvede konuşulanlardan çok BAT Türkiye yöneticisi Murat Güven’in söylediklerini aktarmakla yetindi. E-sigara’nın Türkiye’de yasallaşmasını savunurken -Patronlar Dünyası dışında- bu tür ürünlerin zararını vurgulamadılar; bilimsel karşı görüşlere yer vermediler. Uluslararası sigara tekellerinin istediği de böyle yayınlar zaten.

E-ticaret şirketi Trendyol da Akşam, Habertürk, Türkiye, Dünya, Ekonomim, Milliyet’ten gazetecileri, Almanya-Türkiye dostluk maçını izlemek üzere Berlin’e davet etmiş. Maçtan söz etmeyen gazeteciler, sadece Trendyol yöneticileri Çağlayan Çetin ve Erdem İnan’ın şirketleriyle ilgili söylediklerini yazdılar. Aslında o lafları aktarmak için Berlin’e gitmelerine gerek yoktu. Nitekim metinlerin tümü birbirinin benzeriydi, hepsinde aynı fotoğraf kullanılmıştı. Zaten aynı haberi DHA, basın bülteninden alıp İstanbul mahreçli olarak yayımlamıştı!

THY de doğrudan seferlere başlanması vesilesiyle AA, Hürriyet, Haber7, Milliyet, Posta, Sabah’tan gazetecileri Detroit’e götürmüş. İlk seferle ABD’ye giden davetli gazeteciler, ağırlıklı olarak THY Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Bolat’ın söylediklerini aktardılar. Hepsinde de Bolat için doğum günü pastası hazırlayan ekiple çekilmiş fotoğraf kullanılmıştı.

Sonuçta bu gezilerden yazılanlar, toplumu bilgilendirmeye değil davet eden şirketlere yarıyor. Öyle olmasa neden masraf yapıp gazetecileri Amerikalarda, Avrupalarda gezdirsinler ki?

      Tutuklu gazetecilere çifte standart

Sincan Cezaevi’nden iki mektup aldım. Yedi aydır tutuklu olan gazeteciler Dicle Müftüoğlu ve Sedat Yılmaz, medyanın ve meslektaşlarının kendilerine karşı ilgisizliğinden yakınıyorlar.

Dicle Müftüoğlu, Dicle Fırat Gazeteciler Derneği Eşbaşkanı. 3 Mayıs’tan bu yana tutuklu ve ilk duruşması 7 Aralık’ta. “Tüm meslektaşlarımızın bizim kimliğimize bakmadan bu mesleği savunmasını bekliyoruz” diyerek noktaladığı mektubundan kısa bir bölüm:

“2016 yılında Şırnak’ta sokağa çıkma yasağı devam ederken çadırlarda kalan insanların haberlerini yaparken gözaltına alınmıştım. Beni gözaltına alan polis, ‘Siz burada devleti kötüleyen insanlarla görüşüyorsunuz. Size haber yaptırmayacağım’ demişti. Aslında hakkımda hazırlanan iddianame de o gün polis amirinin söylediklerinin kağıda dökülmesidir.

Bu tutuklama hali Kürt gazeteciler olarak sık karşılaştığımız bir durum. Bu nedenle şaşırmıyoruz. Tabii buna karşı tepkinin ortaklaşmadığı, tekil kaldığı, tutuklanan Kürt olunca sessiz kalındığı bir ortamda basın özgürlüğü darbe almaya devam edecek. Yargılandığımız davalarda bizler gazeteciliği savunmaya çalışıyoruz.”

Sedat Yılmaz da Dicle Müftüoğlu gibi Mezopotamya Haber Ajansı editörü. O da 3 Mayıs’ta tutuklandı ve ilk duruşması 12 Aralık’ta. Yılmaz, mektubuna “Kürt gazeteci olmam (nedeniyle) birçok meslektaşımın kafasında ‘vardır bir durum’ gibi düşünceler geçiyordur. Belki de bu benim mahpus alınganlığımdır” diye başlamış. Yedi aydır tecritte olduğunu belirterek, özetle şöyle devam ediyor mektubuna:

“Tüm bunlar maalesef ne meslek örgütlerinin ne de basın ve ifade özgürlüğü konusunda duyarlı olan meslektaşlarımın ilgi alanına giriyor. Zaman zaman farklı kimlik ve mecralarda gözaltı, tutuklama olmasa tutuklu gazeteciler kimsenin aklına gelmeyecek.

Bu belki bir sitem olarak görülür ama öyle değil. Bize olan önyargılı bakışın sonucu. Peki iddianamemde ne var? Temin ederim tek kanıt yok. Yoruma dayalı bir dünya hikaye. 23 yıllık gazeteciyim. Haberlerim ödül aldı, yüzlerce gencin eğitimine katılıp deneyimlerimi paylaştım.

Medya ombudsmanı sevgili üstadım, deprem bölgelerinde yaptığım 15 haberi incelemeye davet ediyorum. Şayet bahsi geçen suçlamalardan birini tespit ederseniz kamuoyundan özür dileyeceğim. Ben ve arkadaşlarım tehlikeli birileri değiliz. Bize dokunmakla yanlış bir şey yapmış olmuyorsunuz. Suç işlemiyorsunuz.”

Bu mektupları, onlarla empati kurabilmek için özetledim. Dicle Müftüoğlu ve Sedat Yılmaz haksız sayılmaz. Uluslararası gazetecilik örgütleri ilgiyle izlese de ulusal ve yerel meslek örgütlerimiz, gözaltına alınan ve tutuklanan Kürt gazetecilere çifte standart içinde. Bırakın tepkiyi, yaygın medyada haberleri bile yayımlanmıyor. Örneğin, Diyarbakır merkezli medya operasyonunda gözaltına alınan 18 gazetecinin, 13 ay tutukluluktan sonra tahliye edilmeleri ve 9 Kasım’daki ikinci duruşmaları sadece üç beş yerde haber olabildi.

Kürt gazetecilerin yargılanmalarına karşı ilgisizlik ve sahiplenmemek, onlara yöneltilen “Örgüt üyeliği ve yöneticiliği” suçlamalarını da peşinen kabullenmek olur. Oysa ülkenin batısında tutuklanan gazetecilere de çoğunlukla gazetecilik dışı suçlamalar yöneltiliyor.

O nedenle nesnelliği elden bırakmadan yaklaşmalı, mesleki faaliyetleri nedeniyle yargılanan hiçbir gazeteciyi yalnız bırakmamalıyız. Elbette tüm eleştiri ve itiraz hakkımızı saklı tutarak…

      Sosyal medyadaki ifşa

Sosyal medyadaki Aykırı, Dokuz8 Haber, Haberlog, Solcu Gazete, İbrahim Haskoloğlu, Nesrin Nas, TX Haber, Gdh gibi hesaplardan Hollanda’daki seçimde oylama sonuçlanmadan önce yapılan “Dilan Yeşilgöz başbakan oldu” paylaşımının gerçeklerle ilgisi yoktu.

Haskoloğlu’nun “haberlerini çalanları ifşa için bilerek yanlış paylaşımda bulunduğu” savunması da yanlışını örtmeye yetmez. Çünkü Haskoloğlu, ifşa eden değil, ifşa edilen.

Yanlış paylaşımı Haskoloğlu, kendisi düzeltmedi. Başka hesaplardan gelen uyarılardan ve CİMER’e şikayet edildikten sonra, hem de ertesi gün sildi.

    Kaldı ki, kendisini gazeteci olarak tanıtan bir kişi, hangi gerekçeyle olursa olsun yanlış bilgi yayamaz, yaymamalı. Yalan ile gazetecilik yanyana gelemez.

 

Tek cümleyle:

  • Cezayir gezisini davetli izleyen gazeteciler Türker Akıncı, Taha Dağlı, Murat Çiçek, Fulya Kalfa, Abdülhalik Çimen, Ahmet Ergen, Burhanettin Duran, Belkıs Kılıçkaya, Okan Müderrisoğlu, Rıdvan Bıyık ve Sena Alkan, uçaktaki sohbet sırasında gündemdeki “50+1 kuralı değişikliği”ni Cumhurbaşkanı Erdoğan’a sormadı ya da soramadı.
  • İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un, “Stratejik İletişim Zirvesi”ndeki konuşması, NTV, CNNTürk, Habertürk, Global, TV100, AHaber, TRT Haber, Ülke TV, TVNet, Kanal B ve TGRT’de canlı yayımlandı.
  • DHA’nın geçtiği ve Evrensel, Hürriyet ve Sözcü’nün kullandığı haberde çöp evde bulunan çocuğun kodlanarak yazılan soyadı, annesinin soyadı açık yazılarak deşifre edilmiş oldu.
  • Bursa’da uzun süredir imar yolsuzluklarını yazan gazeteci Yaman Kaya’yı aracıyla seyir halindeyken kurşunlayan iki saldırgan yakalandı ama “ev hapsi” verilerek serbest bırakıldı.
  • Yeni Akit, gazeteci Metin Uca’nın cenaze namazı sırasında iki meczubun provokasyonuna camideki bütün cemaat katılmış ve yuhalamış gibi yalanlarla dolu haber yaptı.
  • Kanal D, “Ablası estetikle Seda Sayan’a benzedi” haberinde bir estetik merkezi sahibi doktor H.A.’nın tanıtımına aracılık etti; doktor da operasyonu Instagramda paylaşarak reklam yaptı.
  • Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın TBMM’deki konuşmasında Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ ve Osman Kavala davalarında siyasi karar verildiğini kabul ettiği bölüm iktidar medyasında haber olmadı.
  • Yeni Şafak, Çalışma Bakanı Işıkhan’ın, asgari ücretlilerle ilgili olumsuzluk içeren açıklamasını “Asgari ücrete yılda bir zam sinyali” başlığı atarak, müjde gibi yayımladı.
  • Yeni Şafak’ın “Kalıcı yaz saatiyle 2 milyar lira tasarruf” haberinde verilerin kaynağı yoktu.
  • Akşam yazarı Hikmet Genç, Berlin’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’a soru soran Alman gazeteci Michael Fischer’e “dingil” ve “Çok kaşındın Erdoğan da kaşıdı” diye hakaret yağdırdı.
  • Akşam ve Sözcü’nün “İşkence çetesi” haberinde bir kişiye yapılan işkence ayrıntılı biçimde aktarılarak “şiddet pornografisi” üretildi.
  • Konya Büyükşehir Belediyesi’nin reklamının yapıldığı metni, Akşam, Hürriyet, Türkiye, Yeni Akit ve Yeni Şafak, “Bu bir ilandır” uyarısı koymadan haber gibi tam sayfa yayımladı.
  • “Şehir Buluşmaları” adı altında gazetenin reklam gelirlerine katkı için geçen yıl ekim ayında Ordu’ya giden Sabah gazetesi yazarları, geçen hafta yine Ordu ve Bursa’daydı.

ELEŞTİRİ, ŞİKÂYET VE ÖNERİLERİNİZ İÇİN: medyaombudsman@gmail.com

Devamını Oku

İklim adaleti ve toplumsal cinsiyet eşitsizliği

İklim adaleti ve toplumsal cinsiyet eşitsizliği
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Haber: Cansu Erginkoç

2019 yılında yaptığım bir sokak röportajında soruyordum: “iklim krizi nedir?” Ankara’nın Kuğulu Parkı’ndan, Ulus’una, Tunalı’dan Kızılay’a pek çok kuşaktan insana yönelttiğimiz bu sorunun ne yazık ki en azından bilgiye dayandığına inanabileceğimiz hiç doğru yanıt çıkmamıştı. Türkiye için henüz aşırı sıcaklar, hasat zamanı yağan yağmurlar, hava kirliliği, orman yangınları ya da ormansızlaştırma gibi konular gündemde yer edinmeyi başaramıyor. Ocasio-Cortez’e selam gönderecek olursak: “İnsanlara temiz hava ve temiz su konusundaki endişelerinin ve arzularının elitist olduğunu mu söylemek istiyorsunuz?”[1]

Herkes konuşuyor: “Bu yaz çok sıcaktı!”

Öte yandan, hem haberlerde hem de halk arasında sıklıkla karşımıza çıkan bilimsel bir gerçeklik küresel ısınma. Haberlerde bilhassa geride bıraktığımız yaz ayı boyunca sıklıkla gördük: “50 yılın en sıcak altıncı Ağustos ayı yaşandı.”[2]; “Avrupa’da ‘en sıcak’ eylül ayının ardından ekimde de sıcak dalgaları bekleniyor”[3]; Eskişehir’de, Adana’da, Hatay’da sıcaklık rekorları kırılırken, halktan da bu durumu destekleyecek ifadeler sıklıkla duyuluyor: “bu yaz bir başka sıcaktı…”

Ekolojiyi savunurken: Köylüler marjinal mi?

Küresel ısınmadaki bu dramatik artış iklim değişikliğinin bir “kriz” halini aldığına işaret ederken Türkiye’de ve dünyada ekolojiye yönelik tutum halen sermaye odaklı olabiliyor. iklim krizine karşı yaşam alanını savunmaya çalışan köylüler jandarmayla, polisle “marjinaller” olarak karşı karşıya kalıyor. İklim krizi, Paris Anlaşması, hükümetler nezdinde göz ardı edilebiliyor.

Örneğin, iki yıldan bu yana 750 dönümlük bir alanda gece gündüz nöbet tutuyor İkizköylüler… Muğla’nın Milas ilçesi İkizköy yakınında bulunan Akbelen ormanları için. 24 Temmuz Pazartesi sabahı saat 06.00’dan bu yana bu yana, bölgede çalıştırdığı iki kömürlü termik santrale yeni linyit kömürü yatakları açmaya çalışan YK Enerji AŞ.(Yeniköy Kemerköy Enerji) devletin güvenlik güçlerinin korumasıyla Akbelen ormanlarında ağaç kıyımına başladı. Akbelen direnişi devam ederken, Düzmece’den eko-kırım[6] haberleri geliyor. Antakya halkı jandarmaya sesleniyor: “Bu kadar asker enkazda gelseydi binlerce kişi hayatta kalacaktı”[7]

Yaşamı savunurken kadınlar en önde

Ekoloji ve yaşam hakkı savunucuları arasında ise, kadınların ön saflarda yer alması göze çarpıyor. Ağaçları sarılarak korumaya çalışan 7’den 77’ye kadınların portreleri… Gezi’de de, İkizdere’de de, İkizköy’de de, Dikmece’de de… Kadınlar yaşamı savunuyor.

Kadınların ekoloji mücadelelerinde saklı iki küresel sorunun kesişimini görmek mümkün: iklim krizi ve toplumsal cinsiyet eşitsizliği. Bir başka deyişle, iklim krizi’nin de gölgesinde beyaz-elit-erkek kombinasyonu dinlenirken, krizlerin etkisi en çok toplumun geri kalanı tarafından hissediliyor: kadınlar, LGBTİ+lar, köylüler, işçiler, hayvanlar…

Örneğin, Akbelen ormanının yok edilmesiyle insana ve hayvana ve bittabi doğaya ait pek çok yaşam alanı Limak Holding tarafından işgal edilirken; Türkiye’nin taraf olduğu Bern Sözleşmesi Kesin Korunacak Hayvan Türleri listesinde yer alan Karabaşlı ve Maskeli Ötleğen ve Büyük Baştankara kuşlarının yaşam alanları sermayeye peşkeş çekiliyor.

Konuya ilişkin sorularımızı Polen Ekoloji İnisiyatifi ve İklim Adaleti İnisiyatifi ile konuştuk.

Aldığımız cevapları, Türkiye’den güncel örneklerle açıklamaya çalışalım beraber. Öncelikle, toplumun bir kesiminin ilk kez karşılaşmış olabileceği kavramlardan söz etmek ve iklim krizini açıklamak gerekirse, iklim krizi, acil önlem alınması gereken iklim değişikliği durumuna deniyor. Daha önceleri iklim değişikliği olarak adlandırılan küresel ısınma kaynaklı doğal felaketler ve iklim değişiklikleri, durumun vehameti ve aciliyetini vurgulamak amacıyla iklim krizi vurgusuyla anılıyor artık.

İklim Adaleti Koalisyonu, Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin “İklim Değişikliği 2023” raporunu hatırlatarak,  “sanayi devriminden bu yana sıcaklık artışının 1,1°C’ye ulaştığını ve fosil yakıtların küresel ısınmadan büyük oranda sorumlu tutulduğunu” ifade ediyor ve ekliyor:

“Küresel yok oluş, geleceğe ait bir sorun değil!”

 “2100 yılına kadar 3,2°C’lik bir küresel ısınma ile karşı karşıya kalabiliriz. IPCC’nin 1,5°C ile sınırlamaya çalıştığı küresel sıcaklık artışının 3°C’ın üstüne çıkması iklimde istikrarsızlık, afetlerde öngörülemezlik anlamına geliyor, pozitif döngülerin tetiklenmesi riskini artırıyor.”

Kayıtlara “2021 Türkiye Orman Yangınları” olarak geçen 12 Ağustos 2021 itibarıyla; çoğunluğu Akdeniz, Ege, Marmara, Batı Karadeniz ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerindeki 53 ilde çıkan 299 orman yangınlarında,  8 kişi hayatını kaybederken, önceki yıllara göre büyük artışla 150 binden fazla hektar orman alanı ve yerleşim yerini küle döndü ve binlerce hayvan hayvanın hayatını kaybetmişti. Bugün de Türkiye’de orman yangınları devam ederken, İklim Adaleti Koalisyonu iklim krizinin “geleceğe ait” bir yok oluş tehdidi olmadığının altını çiziyor:

“Küresel sıcaklıkta minimal düzeydeki her artışla birlikte küresel su döngüsünde öngörülemeyen değişimler, kuraklık ve yangınlar, yıkıcı seller, aşırı deniz seviyesi olaylarına tanıklık ediyoruz.”

Polen Ekoloji Kolektifi de benzer bir vurguyla iklim krizinin güncel krizlerden biri olduğunun altını çizerek iklim krizini, “Değişen iklim koşulları, kriz terimi ile birlikte anıldığında bir “devrilme noktası”na yol açabilecek belirleyici acil durum evresinde yaşadığımızı anlamamızı sağlamaktadır.” şeklinde tanımlıyor. Polen Ekoloji’nin bu çerçevedeki bir diğer vurgusu ise, iklim krizinin yarattığı küresel etkilerin toplumsal krizleri de beraberinde getirdiği gerçeği:

“Yeryüzündeki canlı yaşamın oluşmasına imkân tanıyan küresel sıcaklığın 2 derece artması demek, birçok canlı türünün yok oluşundan tarımsal faaliyetlere kadar birçok döngünün kırılması demektir. Kutuplardaki buzulların erimesi, okyanusların su seviyesinin yükselmesi, sıcak ve soğuk hava akımlarının değişmesi gibi birbirini tetikleyen birçok krizin iç içe geçmiş halini ifade ediyor aslında, iklim krizi. Rekor kıran sıcaklık, seller, fırtınalar, kuraklık ve dünyanın dört bir yanındaki toplulukları etkileyen orman yangınları, hâlihazırda karşı karşıya olduğumuz ciddi risklerin de altını çiziyor.

Kırılgan gruplar daha büyük risk altında

Her küresel/toplumsal krizde karşılaşmaya alışkın olduğumuz “toplumsal cinsiyet eşitsizliği” iklim krizi söz konusu olduğunda da kendini gösteriyor. Polen Ekoloji İnisiyatifi, iklim krizi, toplumsal ve ekonomik krizlerde doğadaki ve toplumdaki en dezavantajlı, korumasız kesimlerin daha fazla mağdur edildiğini ifade ederek, iklim krizinin de sonuçlarından serbest piyasa koşullarında yaşayan işçilerin, mültecilerin, siyahların, kadınların ve diğer dezavantajlı grupların yıkıma uğradığını ifade ediyor. Polen Ekoloji kadınlara biçilen toplumsal cinsiyet rollerine de değinerek, toplumsal yeniden üretimdeki rolleri nedeniyle kadınların, bilhassa göçmen ve/veya ezilen halklardan kadınların iklim krizi çerçevesinde de rollerinin pekiştirildiğinin altını çiziyor. Buna göre kadınların evin idaresinde, çocukların bakımında, ev içi emek noktasında verdiği emeğin katlandığının, iklim krizinin yarattığı ekstra koşulların görünmeyen emek üzerinde “katalizör rolü” olduğunu ifade ediyor.

Kadınların temiz suya ihtiyacı daha fazla…

Yine mevsimlik tarım işçileri ile görüşmek üzere kameraman olarak gittiğim bir haberi anımsıyorum. Mevsimlik tarım işçilerinin sorunları başlı başına başka bir haber konusu olmakla birlikte “mevsimlik tarım işçisi kadınlar”ın sorunları tam da bu haberin içinde yer buluyor. İçme ve kullanılmak üzere suya erişimde sorun yaşayan işçi kadınlar, bu durumun kendilerini daha da etkilediğini ifade ediyor: “çocukların bakımı bizde, yemek bizde, çamaşır bulaşık bizde. Çadırda da olsa yemek pişmiyorsa sırtında sopa yine bizde. Su yoksa, yemek nasıl olacak?” Diğer yandan, kadınların bilhassa regl olduğu dönemlerde suya erişimi bir sağlık problemi ki bu da başlı başına bir haber: regl yoksulluğu.[8]

Adalet kavramıyla bu noktada bir araya geliyor iklim krizi. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğini de kapsayan bir toplumsal adalet hareketinin adına dönüşüyor: iklim adaleti.

İklim Adaleti Koalisyonu, iklim adaletinin yalnızca  emisyon miktarları sonucu olan ve sadece bilim insanlarının karar verebileceği bir konu olmadığını ifade ederken, iklim krizinin neden-sonuç ilişkisinin de çözümünün de toplumsal bir mesele olduğunun altını çiziyor:

“Baskı ve tahakküm ilişkileri, güvencesiz olan nüfusu iklim krizi karşısında savunmasız bırakıp daha da kırılganlaştırıyor”

“İklim adaleti talebimiz, dünya iklim sisteminin farklı coğrafyalarda farklı şekillerde değişmesi; yanı sıra diğer doğa tahribatlarının sömürü ilişkilerindeki eşitsiz ilişkiler sonucu eşitsiz dağılımı ile ülkeler arasındaki sorumluluk, etkilenme ve uyum sağlama kapasitesi üzerinden yaşanan adaletsizliklerle ilgilidir. İklim değişikliğinin etkileri sınıfsal, cinsel, etnik eşitsizliklerle ve tür ayrımcılığıyla iç içe geçerek gün geçtikçe derinleşiyor. Baskı ve tahakküm ilişkileri, güvencesiz olan nüfusu iklim krizi karşısında savunmasız bırakıp daha da kırılganlaştırıyor.”

İklim adaletine ilişkin Polen Ekoloji’den de benzer bir hatırlatma geliyor: “iklim krizinin sonuçlarından en fazla etkilenenler ise iklim krizinin doğmasında ya hiç ya da çok az payları olan ülkeler ve halklarıdır. Bu ülkeler ve halkları zaten gelişmiş kapitalist ülkeler tarafından sömürgeleştirildikleri için yoksul, gelişmemiş durumdadır. Şehirlerinin altyapıları, eğitim ve sağlık sistemleri çökertilmiştir, emperyalistlerin desteği ile ayakta kalan diktatörlüklerce yönetilir. Dolayısıyla sellerde, kuraklıklarda, aşırı sıcaklıklarda vb. kuşkusuz en çok bu ülkelerdeki yoksullar, işçiler yıkıma uğramaktadır.”

Haberin girişinde de yer vermiştik, ekoloji mücadelesinin ön saflarında kadınlar, LGBTİ+lar, hayvan hakları aktivistleri/veganlar, yaşam savunucuları yer alıyor. Bunun bir tesadüfe indirgenemeyeceğini hatırlatan Polen Ekoloji, yaşamda en çok ezilen, sömürülen, dışlanan kesimlerin bu kesimler olduğunu söylüyor. “Ezilenlerin ezileni” olarak tanımladıkları bu kesimin yıkımdan en çok etkilenenler olduğu gerçeğiyle, direnişin de ön saflarında yer alığını belirtiyor.

İklim adaleti ve toplumsal cinsiyet kesişimselliğine ilişkin İklim Adaleti Koalisyonu da Katrina Kasırgası’nı hatırlatıyor:

“2003 yılında Katrina Kasırgası sırasında Afro-Amerikan kadınlar hayatta kalmak için çok zorlu engellerle karşı karşıya kaldılar. Ölen kadınların sayısı erkeklere göre çok daha fazla idi. Hayatta kalmayı başaran kadınlar felaket sonrasında cinsel saldırılara uğradılar ve onlarca kadının tecavüze uğradığı rapor edildi. Bu durum bize cinsiyetin, ırkın ve ideolojilerin yoksulluk ekseninde nasıl birleştiğini gösteren önemli bir örnek.”

Sorular ve sorunlar belli iken, karar verici mekanizmalara ilişkin çözüm önerilerini soruyoruz yaşam savunucularına. Polen Ekoloji’nin çağrısı yerelden başlıyor. Tıpkı bugünkü Akbelen direnişi gibi yerel direnişlerin doğrudan kapitalizme yönelik bir direnişe dönüştürülmesi gerektiğini ifade ederek, ekolojik siyasetin işçi, köylü, kadın, anti-kolonyalist, anti-emperyalist, enternasyonalist hareketlerle sağlamlaştırılması gerektiğinin altını çiziyor.

“Yerelden enternasyonale, enternasyonalden yerele mücadele”

İklim Adaleti Koalisyonu da benzer şekilde yerel vurgusuyla başlayarak açıklıyor misyonunu: “Yerelden enternasyonele, enternasyonelden yerele mücadele ağlarını birbirini destekler ve büyütür şekilde örmek, doğa talanını hızlandıran savaş stratejilerine karşı tüm coğrafyalarda barış taleplerinin sesini yükseltmek amacıyla emek, kadın, LGBTİ+ ve diğer toplumsal hareket alanlarının mücadeleleriyle birlikte yaşamı savunmak için toplumsal alan örgütleri ile kesişimsel ağlar üzerine yükselen bir koalisyon inşa etmeye çalışıyoruz. “

Yukarıda anlatılanlar ışığında, bir de “temiz hava ve su insan hakkıdır.” Önermesiyle yaşam savunucuları hükümetleri eko-kırım suçları işlememeye, başta Paris Anlaşması olmak üzere, doğanın, hayvanların ve doğal mirasın korunmasının hükümetlerin sorumluluğunda olduğunun altını çiziyor.

Bugün Türkiye’de halk plajlarının satılmasına yönelik protestolardan, Kanal İstanbul tartışmasına, ODTÜ Rant Yolu Projesi’nden, Akbelen’deki direnişçilere yapılan saldırılar sürerken, Türkiye bir sıcaklık rekoruna daha imza atıyor: Hatay’da hava 50 dereceyi görüyor, Ankaralılar sıcakla tanışıyor… İklim krizi, yarının bir sorunu olmadığı gibi, yarın geçecek bir şey de değil. İklim krizini durdurmak için yerel, ulusal, uluslararası hareket artık kaçınılmaz görünüyor…

———————————————————————–

[1]‘This is not an elitist issue’: AOC on Republican inaction on climate change –video, Guardian News.

Erişim Linki: https://www.youtube.com/watch?v=m5M8vvEhCFI Erişim Tarihi: 30.07.2023

[2] Yeşil Gazete: Türkiye’de 50 yılın en sıcak altıncı Ağustos ayı yaşandı.” Erişim Linki: https://yesilgazete.org/turkiyede-son-50-yilin-en-sicak-altinci-agustosu-yasandi/ Erişim Tarihi: 05.10.2023

[3] Yeşil Gazete: Avrupa’da ‘en sıcak’ eylül ayının ardından ekimde de sıcak dalgaları bekleniyor. Erişim Linki: https://yesilgazete.org/avrupada-en-sicak-eylul-ayinin-ardindan-ekimde-de-sicak-dalgalari-bekleniyor/ Erişim Tarihi: 05.10.2023

[4] Bazı iklim aktivistleri küresel ısınmanın insanmerkezli olarak arttığına işaret etmek için “küresel ısıtma” olarak ifade etmeyi tercih ediyor.

[5] İklim Haber: Erdoğan Akbelen Direnişçilerini Hedef Aldı: “Marjinallerle İlgilenmiyoruz” Erişim Linki: https://www.iklimhaber.org/erdogan-akbelen-direniscilerini-hedef-aldi-marjinallerle-ilgilenmiyoruz/ Erişim Tarihi: 14.09.2023

[6] Ekokırım suçu: “Çevreye ağır ve geniş çapta ya da ağır ve uzun vadeli bir biçimde zarara yol açmasının kuvvetle muhtemel olduğunun bilincinde, yasa dışı veya keyfi olarak işlenen fiiller ekokırım suçunu oluşturur.”

[7] Ekoloji Radarı, Twitter. Erişim Linki: https://twitter.com/EkolojiR/status/1685950051237957632?s=20 Erişim Tarihi: 31.07.2023

[8] İnstagram/cansuerginkoc “Regl yoksulluğu”. Erişim Linki: https://www.instagram.com/reel/CkyY0RNjko0/?utm_source=ig_web_copy_link&igshid=MzRlODBiNWFlZA== Erişim Tarihi: 14.08.2023

Devamını Oku

Tutuklanan gazeteciler anlattı

Tutuklanan gazeteciler anlattı
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Haber: Bilal Seçkin

Devamını Oku

Gazeteci siyasilerin dilini kullanmaz

Gazeteci siyasilerin dilini kullanmaz
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Halbuki “Kriz nasıl başladı” sorusu sorulsa mahkemeler arası meselenin iki yargı organının çatışmasından ibaret olmadığı görülür. Anımsatayım, kriz Anayasa Mahkemesi kararıyla değil, Can Atalay’ın Hatay milletvekili seçilmesiyle başladı. İktidar sözcüleri, Atalay’ın serbest bırakılmasına baştan itibaren tavır aldı. AYM’nin ihlal kararına uyulmayacağına yönelik ilk işaret de Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’tan geldi. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin AYM kararına uymayacağını ilan eden kararını  destekledi. Hürriyet Ankara Bürosu’nu ziyaretinde söyledikleri de Yargıtay 3. Ceza Dairesi kararının habercisiydi.

“Yüksek mahkemeler arasında çatışma” yaklaşımını önce Bakan Tunç’tan, daha sonra da Cumhurbaşkanı Erdoğan ile AKP sözcülerinin ağzından duyduk. Erdoğan’ın Özbekistan’tan dönerken yaptığı açıklamalar Atalay’ın serbest bırakılmaması ve Yargıtay’ın AYM kararına karşı çıkışının arkasında siyasi iktidar iradesinin olduğunu ortaya koyuyordu.

Dolayısıyla yaşananlar yargıdaki bir kriz, kapışma ya da gerginlik değil “siyasi kriz”. Daha doğrusu “yargıya müdahale krizi”. Bu siyasi krizi Anayasa değişikliği için kullanmak isteyen AKP’nin, yüksek yargı arasındaki çatışma gibi topluma sunmak istemesi doğal. Ama gazeteciliğin bir olayı tanımlarken siyasilerin, hele de iktidarın dilini kullanmaması gerek.

Bakın AFP’nin, Gazze’deki haberciliği Türkiye’de çok eleştiriliyor, haklı yanları da var bu eleştirilerin. Ama aynı AFP, kendi ülkesinde “Yahudi karşıtlığını artırma” suçlamasıyla karşı karşıya. CEO’su Fabrice Eris, Senato’daki konuşmasında suçlamaları yanıtlarken, Hamas’ı “terör örgütü” yerine “AB, ABD ve İsrail’in terör örgütü olarak tanıdığı örgüt” diye tanımlamalarının “bağımsız ve tarafsız yayıncılığın gereği olduğunu” vurguladı.

Fries, Le Monde’da yayımlanan demecinde de Charles Péguy’in Dreyfus meselesiyle ilgili “Yalnızca gördüğümüzü söylemeliyiz. Daha da önemlisi, ki bu daha zordur, gördüğümüze şahitlik etmeliyiz” sözlerini anımsattı.

Fries, Hamas’a sıfat kullanılmasına yönelik siyasi baskıya karşı çıkarken çok haklı.  Gazetecilik, siyasilerin dilini değil kendi dilini, teşhisini, tanımını kullanmalı. Siyasi iktidarın dilini kullanarak gerçeklerin tarafında yer alınamaz.

    Kameralar önünde konuşsanıza

İktidar medyası o gün “Tarihi bildiriye Türkiye etkisi”, “Kilit ülke Türkiye” ve “İİT kınamadan eyleme geçti” coşkusu içindeydi. TV temsilcileri, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Ligi Ortak Zirvesi bildirisine etkisini hararetle anlatıp duruyorlardı.

Sanırsınız Riyad’da öyle mühim kararlar alınmış ki, İsrail anında Gazze’ye saldırıyı durdurmak zorunda kalmış. Bunda da en büyük pay hiç kuşkusuz Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın imiş! Oysa zirvede İsrail’e ambargo kararı alınmasına karşı çıkan S. Arabistan, Fas, BAE ve Bahreyn’in tavrı belirleyici olmuştu; bildiride yazılanlar laftan öteye gitmiyordu. Dört ülkenin engellemesini de iktidar medyasından sadece Türkiye haber yaptı, öbürleri aktarmadı bu ülkelerin etkisini.

Erdoğan’ın kanatları altında Riyad’a giden gazetecilerin dönüşte uçakta yaptıkları söyleşi, iletişim fakültelerinde kötü örnek olarak okutulacak cinstendi. Erdoğan’ın daha önce “katil”, “zalim”, “darbeci” dediği Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ile görüşmesini, dostane poz vermesini, övgüler yağdırmasını soramadılar. Erdoğan’ın, “cani”, “zalim”, “terörist” dediği Suriye Devlet Başkanı Esad ile yıllar sonra ilk kez aynı karede yer almasını gündeme getiremediler. Bu kadar önemli iki değişimi yok sayabildiler.

Almanya dönüşünde de Cumhurbaşkanı seçiminde “50+1” kuralının değişmesinden söz eden Erdoğan’a, Anayasa’daki “en fazla iki kez seçilme” kuralını anımsatamadılar.

Yapamadıklarından dolayı başlarını öne eğmek yerine bir de Erdoğan ile anı fotoğrafı çektiriyorlar. Hadi o uçak söyleşilerini kameralar önünde yapın da herkes görsün gazeteciliğinizi.

    Akıllı kanser ilacı ve umut tacirliği

DHA’nın “Kanserde tarihi adım: “İlk yerli hedefe yönelik kanser ilacı’ olacak” başlıklı haberini Sözcü, Milliyet ve Karar da “tarihi adım” ve “müjde” süslemeleriyle yayımladılar.

Teksas Üniversitesi’ndeki MD Anderson Kanser Merkezi’nde görevli Prof. Dr. Bülent Özpolat, Sağlık Bakanlığı’nın düzenlediği Kurultay’a katılmak üzere İstanbul’a gelmiş, çalışmalarını DHA’ya orada anlatmıştı. Özpolat, “geliştirdikleri iki akıllı kanser ilacının patentini ABD’de aldıklarını ama hastalar üzerindeki klinik deneylerini” Ankara’da yapacaklarını, “Türkiye’nin hedefe yönelik yerli kanser ilacı sahibi” olacağını söylüyordu.

Halbuki Özpolat, eski söyleşilerinde ilacın klinik deneylerini Türkiye’de yapmaktan hiç söz etmiyordu. Üç yıl önce yine DHA ile yaptığı söyleşide “İlk olarak terminal dönem dediğimiz dirençli vakalar üzerinde deneyeceğiz. Daha sonra Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi FDA’e başvuracağız. Bize verilen fonun amacı bu çalışmamızı ilaca dönüştürmek” diyordu.

Bu birkaç yıl içerisinde ne değişti de Özpolat, klinik deneyleri Türkiye’de yapmaya karar verdi? Acaba ABD’de hastalar üzerindeki klinik deneylerin sıkı kurallara bağlanmış olması ya da orada mali destek bulamaması olabilir mi? Keşke bu sorular da sorulsaydı Özpolat’a.

Ama DHA muhabiri, anlattıklarını irdeleyen sorular soramamış, Özpolat’a mikrofon tutmakla yetinmiş. Haberi kullanan gazete ve siteler de hiçbir editoryal çaba harcamamışlar. Sağlık haberlerinde sık rastlanan bir eksiklik bu.

FAZ1 deneyi bile olmayan bir araştırmayı, “tarihi adım” ve “müjde” başlıklarıyla yayımlamak yanıltıcı. Bulunan molekül, gönüllüler ve hastalar üzerinde yıllar sürecek FAZ2-FAZ3 deneyleri sonrasında ilaca dönüşmeyebilir de. Karar’ın “Tümörü durduran ilk yerli ilaç geliyor” başlığındaki gibi şimdiden etkili bir ilaç kabul edilemez.

O yüzden kanser araştırmalarını böyle müjdeli başlıklarla yayımlamak tam bir umut tacirliği. Kanser hastalarına yok yere umut verilmiş oluyor. Bu da bir vicdan sorunu.

   “3 dakikada 1 TOGG” abartıydı

Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Muhalefetin ‘Fabrikası yok’ dediği TOGG’un Gemlik’teki tesislerinde her 3 dakikada 1 araç üretiliyor. Bu sene 28 bin” dediği sırada takvimler 24 Nisan 2023’ü gösteriyordu. Henüz seçim yapılmamıştı; TOGG, AKP’nin seçim kozlarından biriydi.

Erdoğan’ın “3 dakikada bir TOGG” sözleri iktidar medyasında başlıklarda kullanıldı; haberlerde sık tekrarlandı. Fakat fabrikayı gezen gazeteciler bile bu “efsaneyi” araştırmadılar.

Seçimlerin üzerinden aylar geçti. Şimdi iktidar medyası ve TOGG yetkilileri, “3 dakikada 1 TOGG efsanesi”ni unutup, yeni rekorlardan bahsediyorlar. TOGG’un 1 Kasım’daki paylaşımında Ekim ayında 3.567 T10X, Mayıs ayından bu yana ise toplam 9.171 adet #T10X kullanıcılarımızla buluştu” dendi. Eylül ayında üretilen araç sayısı da 2.204 olarak verildi.

Demek ki neymiş? Ne 3 dakikada 1 TOGG üretilebildi, ne de 28 bin araç fabrikadan çıktı!

Gerçek üretim sayıları seçim öncesinde epeyce şişirildi! Gazetecilik yerine propaganda görevlisi gibi davrananlar, abartılı sayıları sormadan sorgulamadan aktarıp kandırdılar insanları.

Hâlâ da şişirmeye devam ediyorlar. Yeni Şafak, beş gün önceki “Kurasız TOGG 2024’te geliyor” haberinde geçen ay günlük üretim kapasitesinin 280’e çıktığını müjdeledi! Ama her nasılsa o günlük üretim kapasitesi TOGG’dan yapılan açıklamayla doğrulanmıyor…

    Tekrar haberlerle yatırımcı oltalama

“İslam Memiş, borsa yatırımcısına seslendi: Aldığı üç hisseyi açıklayarak ‘Uçuşa hazırlanın’ dedi” başlıklı haber, Günboyuadlı sitede 11 Kasım’da yayımlanmış, Gerçek Gündem ve öbür siteler de oradan kopyalamıştı.

Başlık ve spotun tersine İslam Memiş, “aldığı hisseleri” açıklamıyordu. Tam tersine okurun sayfada uzun süre kalmasını sağlamak üzere çeşitli görsellerle 10 bölüme ayrılmış haberin 8. bölümünde “Manipülasyon yaşanmaması amacıyla aldığı hisseleri detaylıca açıklamayan Memiş” deniyordu. Anlaşılan haberin içeriğini yansıtmayan bir başlık kullanılmıştı.

Ayrıca Memiş’in “yatırımlarını savunma sanayi, teknoloji ve gıda sektörlerine kaydırdığı” belirtiliyordu. Borsa, finans ve altın konularında analizler yapan bir uzmanın hisse satın alması ve bunlarla ilgili yorumda bulunması manipülasyon olur. Ama İslam Memiş’in videolarını izledim, kendisinin hisse aldığına dair bir ifadesi de bulunmuyordu.

Haberleri tararken, Günboyu’nda 11 Kasım’da yayımlanan haberin benzerinin 4 Kasım’da da aynı sitede kullanıldığını fark ettim. Yedi gün arayla yayımlanan iki haberin başlıkları ve görselleri tamamen aynıydı; içeriğinde çok az farklılık vardı.

Yeniçağ grubuna ait bu sitede İslam Memiş’e atfedilen benzer analizler daha önce de defalarca yayımlanmış. Ne yazık ki, haber siteleri, emekliler gibi borsa ve finansman konularında da okur avlamak için bu tür manipülatif, uyduruk haberler yayımlayabiliyor. Biri yayımladığında onlarca site de kopyalayarak servise koyuyor. Haberciliğin düzeyini düşüren bu yöntemde gazetecilerden çok SEO’lar yani okur avlama uzmanları etkili. Gazeteciliğin yeni sorunu…

   Tek cümleyle:

  • Yeni Akit, daha önce başka demokrat isimlere de yaptığı gibi ülkemizin aydınlık yüzlerinden gazeteci ve sunucu Metin Uca’ya da ölüm haberinde hakaretler yağdırdı; nefret kustu.
  • Milliyet’in “Aylığı 50 bin TL’ye işçi bulunamıyor” haberinde işsizlik oranlarından ve iş kazalarındaki artıştan, en çok iş kazasının inşaatlarda meydana geldiğinden söz edilmiyordu.
  • BP gibi uluslararası bir şirketin Türkiye pazarından çıkmasını “Petrol Ofisi, BP Türkiye’yi satın aldı” diye haber yapmak, basın açıklaması haberciliğinin çarpıcı bir örneğiydi.
  • DHA’nın, tüm medyada aynen kullanılan “5 yaşındaki çocuğun diş çekimi sonrası ölümü” ve sonra da soruşturma açılması haberlerinde Bursa’daki Mesam Özel Diş Kliniği’nin adını yazmayarak sorumluları korudu; İHA ise kliniğin adını ikinci haberinde açıkça yazdı.
  • The Guardian, Sputnik, DW, “Astronotların uzayda kaybettiği alet çantası” haberi yaparken Türkiye gazetesi “Kadın astronotlardan uzayda skandal hata” diye cinsiyetçi başlık attı.
  • Evrensel’de “Varlık patrona ölüm işçiye” haberinde kullanılan “yanan işçi” fotoğrafı hafif blurlanmasına rağmen travmatikti; şiddet pornografisi içeriyordu.
  • Sözcü’nün “Çiğ süte gelen 3 liralık zam raflara yansıdı” haberinde sütün yeni fiyatı yoktu.
  • Karar, Takvim ve Türkiye, Milliyet’in “İşte Polatları yakan ihbar mektubu” haberini kaynak göstermeden kullandı.
  • Korkusuz, Faslı manken İman Casablanca’nın Posta’dan Alev Gürsoy Cimin’le yaptığı “Kedicik olmaktan nasıl kurtuldum” demecini kaynak göstermeden haber yaptı.
  • Sabah yazarları, “Şehir Buluşmaları” adı altında gazetenin reklam gelirlerine katkı için Manisa, Bolu, Ordu, Tuzla, Üsküdar, Gaziantep’ten sonra geçen hafta da Erzurum’a gitti.
  • Sözcü’nün “Yavuz Sultan Selim Köprüsü’ne yıldırım düştü” başlığı yanlıştı; yıldırım köprüye değil köprünün yakınına düşmüştü.

ELEŞTİRİ, ŞİKÂYET VE ÖNERİLERİNİZ İÇİN: medyaombudsman@gmail.com

Devamını Oku

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. KVKK uyarıları ve detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.