Mühür adlı romanın ardından kitapseverlerin karşısına Kiraz Ağacı ile çıkan Gazeteci ve Yazar Gökçer Tahincioğlu, bu romanında “en çok unutmaya çalışılanın hep aklında” olduğunun altını çiziyor. 2000’lerin başında Türkiye’de yaşanan hücre tipi cezaevleri protestoları, ölüm oruçları ve “Hayata Dönüş” operasyonu gibi “unutulmaya bırakılmış” yakın tarihi, kendine sahne seçen roman karakterleri Hivda ve Deniz, hem bir aşkı, mücadeleyi ve ihaneti, hem de bir Kiraz Ağacı’nın dostluğunu paylaşıyorlar. Nihayetinde de unutmayı paylaşıyorlar birlikte. Türkiye’nin hatırlanması gereken gerçeklerini hem bir gazeteci duyarlığı hem de edebiyatın sihirli dokunuşlarından yararlanan bir yazar olarak okurlarının karşısına getiren Tahincioğlu, son romanı Kiraz Ağacı ile ilgili sorularımızı yanıtladı.
-Roman boyunca okur, “Unutmak aslında bir nimet mi, yoksa bir lanet mi?” diye soruyor kendine. Bunu daha ilk cümlesinden görüyoruz. Ancak unutup hatırlamamaktan daha da kötüsü bilip de hatırlamamak olsa gerek, değil mi?
-Hafızanın baskıladığı, gömdüğü ne varsa, orada kendimize dair bir şeyler yatıyor. Doğal olarak attığımız tohumla, filizlenen ağaç aynı olmuyor ve belki bir ömür, neden böyle olduğunu sorup duruyoruz kendimize. Bu nedenle, unutmanın, hatırlamadan unutmanın, yüzleşmeden unutmanın iyi bir tarafı yok. İstemeden unuttuklarımız ve bunları anımsama çabamız bir yana, bilerek, unutmak isteyerek gömdüklerimiz, bizi olmak istediğimizden uzaklaştıran yaralar. Ben, toplumlar için de bireyler için de hatırlamadan unutmanın boşa geçecek bir zamanın tohumları olduğunu düşünüyorum.
-Cezaevi sorunsalı, özellikle hücre tipi cezaevleri, Türkiye’de dönem dönem gündeme gelen bir konu. Adeta sonra açarım diye kenara bırakılan bir düğüm gibi. Gazeteci Tahincioğlu bunu nasıl yorumlar?
-Sonra açmak üzere değil bu düğüm bana kalırsa. 12 Eylül’den bu yana planlı olarak düğümlenen, açılmaması için özel çaba sarf edilen ve türlü gerekçeler üretilen bir ipten söz ediyoruz. Diğer bütün sorunsala dönüşmüş alanlar gibi burada da sorunları çözmek iradesi oluşursa, çok kolay çözülebilecek başlıklar var. Ancak amaçlananın düğümü çözmek olduğunu hiç sanmıyorum.
-Romanda bir “açık yara” tarifi var. Siz söyleyin lütfen, ülke hafızasındaki hangi açık yaralar, sizi temelini gerçeklerden alan bu kurguyu yaratmaya itti?
-Aslına bakarsanız, unutmak ve hatırlamak ikiliği üzerine düşünürken, hafızasızlığı, yüzleşmeyi, kendimiz olmayı, kendimizden ne kadar uzaklaşabildiğimizi düşünürken bu kurgu oluştu. Her şeyi o kadar hızla geride bırakıyoruz ki öznelerin sonradan ne yaşadığına, hayatların nasıl sürdüğüne dönüp bakmıyoruz. Oysaki gerçek orada. Sadece kesitlerden anlayabilmek mümkün değil olanı biteni. Ben bütünüyle unutmak ve kendini bulma çabasından hareket ederek, hem edebiyat aracılığıyla tarihe not düşmek istedim hem de kendimizi sarsacak birkaç adım atmanın yolunu bulmaya çalıştım.
“Yüzleşmeden o girdaptan çıkmak mümkün değil”
-Akıl, sanki sahibiyle oyun oynayan bir kedi oluverir. Bu unutulmaması gerekenlerin bir intikamı mıdır, yoksa hatırlayıp da yüzleşemediklerimizin bizi gafil avlaması mıdır sizce?
-Romanda, en çok unutmaya çalıştığının hep aklında olduğunun altı çiziliyor aslında. Karakterlerin sözleriyle, anlatıcının tarifleriyle durmadan buraya vurgu yapılıyor. Unutmaya çalışsak, sözünü etmesek ve yok saysak da orada duranın ne olduğunu, dövme gibi tenimize kazındığını biliyoruz. Kimse bilmese de biz biliyoruz. Ve o girdabın içinden çıkabilmek de mümkün olmuyor. Yüzleşmeden o girdaptan çıkabilmek mümkün değil. Günler geçebilir ancak hakikat orada duruyor ve hiç olmadık, olmayacak bir yerde ayaklarımıza dolanıyor. Özgürce yürüyebilmenin yolu, yalansız bir yüzleşmeden geçiyor.
-Hivda ve Deniz, bir aşkı paylaşıyorlar. Bir mücadeleyi de. Peki devrimcinin âşık olması ya da bunun küçümsenmesi korkusu anlaşılabilir mi dersiniz?
-Benim açımdan hayır. Aksine, mekanikleşmiş, bürokrasiye, makineleşmeye dönüştürülmek istenen duyguların da hakiki olmadığı inancındayım. Hem, insanlara, neşeyi ve aşkı sunamıyorsanız, yeni bir hayat iddianızın da anlamı yok bana kalırsa.
-“Çocukluk, kendini kandırarak hayata devama edebilme ustalığıdır” çok haklı bir cümle. Diğer taraftan yetişkinler de unutarak kendini kandırıyor galiba? Ya da unutmuş gibi yaparak.
-Unutmuyorsun. Herkes ölçüyor bunu kendinde. Romanın, başlangıç cümlesi, “Tek bir hakkın olsa unutmayı mı anımsamayı mı tercih edersin?” sorusu yöneltildiğinde, bir anlık bir düşünme anı oluyor. Sadece o anda bile tarttıklarımız, unutmuş gibi yapıldığını ortaya koyuyor. Çocuklar da üzerinden geçer ama anımsar. Bir biçimde anımsar. Yetişkinler ise zaten biliyor her şeyi.
“Onlar hakikati biliyorlar aslında”
-“Olumsallık” vurgusu yapıyorsunuz. Mesut ve Yusuf karakterleri üzerinden soruyorum, doğrusu bir ontoloji terimi olarak dikkatimi çekti. Romandaki olumsallığı açıklar mısınız bu karakterler üzerinden?
-Onlar için dünya, yarattıkları dünya, “Başka türlü olamazdı, olması mümkün değildi” dünyası. Ve o dar dünyanın aktörü olmasını istiyorlar herkesin. O çerçevede yaşanmasını. Başkasının, başka türlü bir hikâyesinin olması canlarını sıkıyor. İstiyorlar ki inandıkları ve artık istemeseler de içinde yaşamak zorunda kaldıkları, hapsoldukları evren herkesin gerçekliği olsun ve başka türlüsü mümkün olmasın. Haklı tarafları var kendileri açısından. Başka türlü yaşama imkânları olmadığından böyle yaşamaları da olumsallığın içerisinde aslında. Ama korkunç olan şu ki böyle açıklasalar da durumlarını onlar da hakikati biliyorlar.
-Hivda, Deniz, Serhat, Ali, Füsun, Sadık… Bu karakterler en genel tabir ile iyi insanlar. Ancak sınandıkları pek de iyi olaylar değil. İyilik kavramı hakkında ne düşündüğünüzü merak ettim.
-Elbette herkesin iyi ve kötü tarafları var diye bir genel cümle kurulabilir. Ancak uzun zamandır şunu düşünüyorum. Anti kahramanlar, iyi taraflarını arayan kötüler, içindeki kötülüğü dizginleyen iyiler ve bunlar üzerine yazılan, çizilenler var dört yanda. Mutlak iyiliğin mümkün olmadığı, mutlak kötülüğün de mümkün olamayacağı sürekli anlatılıyor. Doğru, her biri doğru. Ancak neden olmasın? Mademki kişisel hayatlarımızda kahramanlık gibi şiirsel arzularımız var ve hafızanın, yüzleşmenin peşinde bu kadar koşuyoruz, o zaman neden olmasın. Sevinç, umut, neşe gibi, iyilik de inşa edilebilir. Kusursuzluk mümkün değil ama bir parça iyi görmek için kötülüğe tahammül etmek zorunda değiliz.
“Ankara’da, insanlar, anlar ve dostluklar biriktirmeye çabalarsınız”
-Kiraz Ağacı’nda, Ankara’nın yakın geçmişindeki kentsel dönüşümüne de yer veriyorsunuz, adeta özet geçiyorsunuz. Romandaki Ankara ve sizin Ankara’nız nasıl şehirlerdir?
-Herkesin Ankara’sı aynı bana kalırsa. Bir önceki romanda da Ankara için “Hemen her şeyin benzerinin olduğu bir yokluktur” ifadesini kullanmıştım. Ankara’da bu yüzden, insanlar, anlar ve dostluklar biriktirmeye çabalarsınız. Sevdiğiniz ve özlediğiniz de bu olur zaten. Bu kentin, insanı kendine döndüren ve yaptığınla yüzleştiren bir tarafı var. Bu yüzden Ankara’yı sevenler, mutsuz hissetseler de seviyorlar zaten. Sizi, biriktirmeye zorlar Ankara.
-Romanda işkence sahnelerini bu kadar detaylı yazmanızın sebebi, kurgunun ötesinde tanık ifadeleriyle ortaya çıkan gerçeklerin altını çizmek, toplumsal hafızaya not düşmek ya da bir yüzleşme sağlamak mı?
-Aslına bakarsanız o anları tam olarak anlatmak mümkün değil. Bir şiddet anlatısı değil, yazılanlar. Doğalında, mesai yapar gibi bütün bunların insan bedenine yapıldığını aktarma çabası. Bu kadar normalleşmiş olması. Bu insanların sonrasında hayatlarına dönmeleri. Oysa olağanüstü bir şey yaşanan. Öylece kalmaması, son verilmesi gerekiyor. Edebiyat da bu mücadelenin araçlarından birisi.
“Linç kültürü insana dair en çıplak resim”
-Linç kültürüne de değinilmiş romanda…
-Linç, gerçekliğin en dehşet verici hallerinden biri. Türkiye’de genellikle linçe uğrayanın durumu değil, linç edenlerin ne kadar tahrik edildiği üzerinden konuşulur kavram. Oysaki insanın en soysuz anlarından biridir linç. Türkiye’ye özgü değil elbette. Uygarlık tarihi, şimdilerde sosyal medyada içi boşaltılan bu kavramın en karanlık örnekleriyle dolu. Ve bu bir kültür evet. Kendi gibi olmayanı yok etmeye dayalı bir soykırım kültürü. Linç, insanın neler yapabileceğini en çıplak gösteren resimlerden biri.
-Korsakoff hastalığı nedir? Ve gerçekten de Türkiye’de dünyaya oranla en çok rastlanılan hastalıklardan biri olduğu doğru mu?
-Bir sinir sistemi hastalığı Korsakoff. Alkolizm vb. nedenlerden yaşanabiliyor. Sinir sistemini tahrip eden gerekçelerle ortaya çıkıyor. Türkiye, 1980’lerden bu yana açlık grevi ve ölüm orucu eylemlerinin en sık görüldüğü ülkelerden biri. Korsakoff’un nedenlerinden biri de açlık. Evet, bu nedenle Türkiye’de sayısı çok yüksek. Dünya ortalamalarının çok üzerinde. Bazen dönüşü olmayan bir hastalık, bazen kısmi dönüşü mümkün. Kimi hastanın hafızası bütünüyle siliniyor, kiminin yakın hafızası, kiminin hafızasının geçmişteki bir bölümü. Kimi konuşmakta zorlanıyor, kimi ayakta durmakta. Çok bilinmeyen ama insan hayatını çalan bir hastalık.
-Bir gazetecinin yazar olması anlatmak istediklerini aktarmak konusunda faydalı bir yol değil mi?
-Toplumsal olayları bir bağlam, hikâye içerisinde anlatabilmek açısından evet büyük bir avantaj. Ama sadece bunun için değil elbette. Edebiyat, bütün evreni anlatır. Bazen bir sokağı, bazen gezegeni, bazen tek bir gözyaşını. Hayatı anlatmanın en etkili yolu bana kalırsa. İnsanın varoluşundan bu yana ortaya çıkarttığı, kendini anlatabilmesinin en büyülü yolu.
HABER : DİLEK ATLI / BURSA
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. KVKK uyarıları ve detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.