Yazar, sinemacı, hekim ve iyi bir hikâye anlatıcısı o. Şairliği de var, esaslı bir okurluğu da. Yaşamı damıtmayı ve bunu hikâyelere dönüştürerek insanlara anlatmanın en doğru yollarını bulmayı başaran Ercan Kesal, İletişim Yayınları’ndan çıkan yeni kitabı Velhasıl ile hayattan biriktirdiklerini paylaşıyor okurla. Ercan Kesal’ın 20 yılı aşan yazı serüveninin en güzel örneklerinin bir araya getirildiği Velhasıl’da okurlar, zaman içinde yolculuğa çıkarken şairlerden sinemacılara, Anadolu insanlarından kentlilere birçok insan hikâyesine de tanıklık ediyor. Kesal, Velhasıl’da dili, samimiyeti ve anılarıyla yer yer okuru kalbinden yakalayıp onu nefessiz bırakırken kâh gözlerine yaş getiriyor, kah yüzünde kocaman bir gülümseme yaratıyor. Yazar, son kitabı Velhasıl ile ilgili sorularımızı da içtenlikle yanıtlamayı ihmal etmiyor.
Şizofrengi Dergisi, çok değerli insanlar emek vermişti ve benzersiz bir dergiydi. Son kitabınız Velhasıl’da, Şizofrengi’de yayımlanan bir yazınıza da yer verdiniz. Buradan başlayalım; 1993’teki Ercan Kesal ile 2019’daki Ercan Kesal arasındaki en kısa mesafe, yazıları mıdır?
-O zaman Şizofrengi’nin mottosunu da hatırlıyorsundur: “Bütünüyle Kuşkudayız!” Hep tecessüs içinde yer aldığım hayatın eninde sonunda beni buralara getireceğini şimdilerde daha iyi anlıyorum. 1993’ten 2019’a… Gelecek zaman şimdiki anın içinde bir yerlerde saklı durur ve kehanetler içerir. Velhasıl bu yüzden anlaşılabilir ve makul bir sonuçtur. Başka türlü olmazdı zaten.
Şair Ahmet Erhan’ı, Velhasıl’ın ilk sayfalarında birlikte paylaştığınız anılarınızdan okuyoruz. Bu, şiir sevenleri mutlu etmiştir. Peki, sizce şairler, bu toprakların günah keçileri midir?
-Hepimiz tercihlerimizin sebebi ve sonucuyuz. Onlarla müsemmayız. Bu yüzden A. Erhan’ın cenaze töreninde yaptığım konuşmaya Namık Kemal’in dizesiyle başlamıştım: “Bais-I şekva bize hüzn-ü umumidir Kemal, Kendi derd-i gönlümün billah gelmez yâdına!” (Bizim şikâyet etmemizin sebebi içinde bulunduğumuz hüzün atmosferidir, gönlümün derdinden bahsetmek asla aklıma gelmez) Bazıları tüm dünyanın kederini kendi yüküymüş gibi taşır, bazıları da dönüp bakmaz bile, yanından geçip gider. Şairler bu yükün gönüllü taliplileri. Bedelini güzel mısralar ve erken ölümlerle öderler.
Şiire düşkünlüğünüze vurgu yapıyorsunuz. Sizi okuyunca ya da dinleyince yeni bir kelime öğrenmemek mümkün değil. Velhasıl’da palimpsest, duende gibi kelimeler bunun örnekleri… Şairlerin dili yeniden oluşturma yeteneği vardır. Sizin dilinizde şairlerin ve şairliğinizin etkisi nedir?
-Kelimelerin gücü!.. İlk fark ettiğimde mucize gibi bir şeydi benim için. Bir virgülü oraya değil de şuraya koyduğunuzda tüm anlam değişiyordu yani tüm dünya! Bu yüzden kelimelere hiçbir zaman sıradan şekiller ya da bir nesneyi tanımlayan ifade aracı gibi bakmadım. Bir hafızaya sahipler ve ustasının elinde inanılmaz bir güce sahipler. Tahsin Saraç’ın bir dizesi geldi aklıma. “Ben ki ozan, söz tanrısı!”
Okuyarak var olmaya çalışan insanların yazıyla macerasını, hem kendi anılarınız, hem de Kemal Tahir üzerinden anlatıyorsunuz Velhasıl’da. Her iyi okur, yazmak da ister muhakkak. Ama başarılı olamayabilir ya da başarısının hakkını alamayabilir. Bu onu kötü edebiyatçı yapar mı? Ya da sadece okuyarak da edebiyatçı olunur mu? Sonuçta edebiyat karşılıklı bir eylem: Her yazarın bir okuru, her okurun bir yazarı var.
-Tamamen katılıyorum. Hatta artırıyorum: Bilginin, sanatın ya da edebiyatın vadettiği ya da bahşettiği iktidarı baştan reddeden bir yolculuktur aslolan. Yeteneğini bir yük gibi taşıyan, ürettikçe anonimleşen, kendinde kaybolan bir yolculuk… Bu yolculuğun muhatabı kişinin kendinden başkası da değildir. Okur, müşteri, alıcı, sanatsever ya da tüketici… Vadesi dolması gereken mahfillerdir bence.
“Senaryo, edebi bir metin midir yoksa değil midir?” sorusunun peşinde Rus yönetmen Andrey Tarkovski’yle yaptığınız hayali bir röportaj da var kitabınızda. Tarkovski, ziyadesiyle yanıtını veriyor ama siz ona katılmıyorsunuz galiba?
-Tarkovski yargılarında acımasız biri! Müthiş bir yönetmen ve düşünür olması onu böylesine keskinleştirmiş olabilir. Hayranlıkla ve merakla okudum tüm söylediklerini. Elbette katılmadıklarım da var. Ama onun kadar radikal olamıyorum galiba. Şöyle bir şey diyor mesela: “İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan bundan sonra hayat ile olan saf ilişkisini yitirir…” Çok zor bir önerme!
Velhasıl’da sadece anılarınız, edebiyat tutkunuz, sizi siz yapan insanlarınız yanında sinema ile olan muhabbetiniz de yer alıyor elbette. Hekimlikten sinemacılığa… Size yalnızca tutkularınız mı el verdi, yoksa hayat da kıyak geçti mi? Özetle, kitabınızı okuyanlar anlayacaktır, anneniz nasıl haklı çıktı?
-Emeksiz yemek olmaz. Yetenek onda birse, çalışmak onda dokuzdur. Anamdan bana kalan çalışmaya iman etmek oldu. Onun ömrü de çalışmakla, uğraşmakla, didinmekle geçti. Bizim gibi taşrada yoksunluk içinde asgari eğitim şansıyla çıkıp gelen insanların bir misli daha fazla çalışması lazımdı, ben de öyle yaptım hep. Erkenden fark ettim ağzımda gümüş kaşıkla doğmadığımı. İyi de oldu!
Velhasıl’da anılarınız kadar yaşam kırıklıklarınıza, tanıklıklarınıza, mutluluklarınıza ve hayattan damıttıklarınıza da yer veriyorsunuz. Kitabınızı ilk yayımlanan öykülerinizle de taçlandırmışsınız. Kısaca; zaman ölüyor, insanlar ölüyor. Biten, ölen “şeyler” sizde nasıl yorum buluyor?
-İyi ki gelmiş bunlar başıma. Dünyaya yeniden gelsem aynı yolculuğa razı olurdum. Olanda hayır vardır! Kitaptaki bir cümleyle (Ecclesiastes’ten) bitireyim: “Bir nesil geçer gider, başka bir nesil gelir; ama yeryüzü sonsuz sürer gider… Güneş de doğar ve güneş batar, doğduğu yere koşar gider… Rüzgâr güneye yollanır, sonra kuzeye yönelir, durmamacasına dolanır ve rüzgâr dolaşımına denk geri döner… Bütün nehirler denize varır, gene de deniz dolmaz; nehirler çıktıkları yere dönerler…”
HABER : DİLEK ATLI
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. KVKK uyarıları ve detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.