DOLAR 34,7574 0.06%
EURO 36,5341 -0.03%
ALTIN 2.954,260,13
Ankara

KAPALI

Kirli hava soluduğumuz için sağlığımızı yitiriyorsak bu hâlâ neyin ticarî sırrı?
  • 9.Köy
  • Çevre
  • Kirli hava soluduğumuz için sağlığımızı yitiriyorsak bu hâlâ neyin ticarî sırrı?

Kirli hava soluduğumuz için sağlığımızı yitiriyorsak bu hâlâ neyin ticarî sırrı?

Efemçukuru’ndaki altın madenciliği nedeniyle İzmir’de Çamlı Barajı’nın yapımı sürekli erteleniyor. Bir süredir şehrin su ihtiyacının su tutamayan Gördes Barajı’ndan karşılanmaya çalışıldığını bildiren İzmir Tabip Odası Çevre Komisyonu Başkanı Dr. Soysal, İzmirlinin yüksek su faturası ödemek zorunda kaldığını söyledi. Soysal, termik santrallere ilişkin ise sürekli emisyon ölçüm sonuçlarının Çevre ve Şehircilik Bakanı Kurum tarafından paylaşılmamasına tepki gösterdi.

ABONE OL
14 Ağustos 2021 00:00
Kirli hava soluduğumuz için sağlığımızı yitiriyorsak bu hâlâ neyin ticarî sırrı?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Sayıları binlerle ifade edilen taş ocakları, orman alanlarındaki altın madenciliği, termik santraller ve sanayi kuruluşlarının atıkları ile doğanın kalbine büyük bir yara açılıyor. Tahrip edilen orman ve tarım alanları, kirlenen yer altı suları, denizlerdeki müsilaj ve hava kirliliği büyük bir ekolojik yıkıma neden oluyor. Rize’nin İkizdere ilçesinde yöre halkı Cengiz İnşaat’ın yapmak istediği taş ocağına karşı jandarmanın müdahalesine rağmen direniyor. İzmir’in Menderes ilçesine bağlı Efemçukuru’nda ise siyanürle altın çıkarıldığı için şehrin içme suyunda önemli bir bölümü karşılayacak olan Çamlı Barajı’nın yapımına izin verilmiyor. Devlet bir süredir özelleştirme politikası uyguladığı kömürlü termik santralleri artırmayı planlarken yurdun çeşitli illerinde çevre yatırımlarını tamamlamadan çalışan santraller hâlâ havayı kirletmeye devam ediyor. Termik santrallerin sürekli emisyon ölçüm sonuçlarının “ticarî sır” olduğu gerekçesiyle açıklanmaması ise verilerin, kirliliğin boyutu bilinmesin diye gizlendiği tezini güçlendiriyor.

 

Uzun zamandır su kaynaklarının kirliliği, katı atıklar, küresel iklim değişikliği gibi çevre sorunları üzerine çalışan İzmir Tabip Odası Çevre Komisyonu Başkanı Dr. Ahmet Soysal, hiçbir baca filtreleme teknolojisinin Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından global bir tehlike olarak kodlanan partikül madde (PM) 2,5’i süzmediğini belirtiyor.

“Bir Ekolojistin Not Defteri” adlı kitabında Ege’de yaşanan doğa katliamlarını konu edinen Dr. Soysal ile taş ocaklarının, termik santrallerin çevreye verdiği zararı, insan sağlığına etkilerini; Marmara Denizi’ndeki müsilaj meselesini, mahkemelik olan Efemçukuru’ndaki altın madeninin İzmirliye faturasını konuştuk.

 

Türkiye genelinde İkizdere’den Karaburun Yarımadasına değin hemen her yerde artan taş ocaklarından halk sağlığı, tarım alanları, ormanlar bakımından düşünüldüğünde ne gibi bir tehlike yayılıyor?

 

Ege Bölgesi başta olmak üzere ülkenin yedi bölgesinde taş ocağı açılmamış tek bir yer göremezsiniz. Hâlbuki taş ocakları en başta doğayı tahrip eder. Ormanlık alanlar yok olur. Yer altı ve yer üstü su kaynakları kirlenir. Oralardan çıkan partikül maddeler hava kirliliğine ve asit yağmurlarına yol açar. Taş ocaklarının çevreye verdiği zarar süreklidir. Yine taş ocaklarında istihdam edilen ve çevresindeki köylerde yaşayan insanların sağlığı yayılan toz bulutu nedeniyle hep tehdit altındadır. Sonuçlarını hep birlikte görüyoruz. Neden diye soracak olursanız: Çünkü ülkemizde ne yazık ki bazı sermaye gruplarına avantaj sağlamak için taş ocakları açılıyor. O ocaklar açıldıktan sonra çevresinde hemen bir yol genişletme, duble yol inşaatları yapılıyor. Normal süreçte o projeyi tasarlar, gerekli olan malzeme için ise çevresel kaynaklara bakarsınız. Ama bizde tam tersi uygulanıyor. İzmir’de Karşıyaka’nın üstündeki Karagöl’de bile taş ocağı açmak istediler.

 

Taş ocaklarının açılmasında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından son yıllarda sistematik olarak “olumlu ÇED (Çevresel Etki Değerlendirme) raporları” veya “ÇED’e gerek yoktur” kararları veriliyor. Bunların engellenmesi mümkün değil mi? 

  

Bazı taş ve mermer ocağı projelerinde ÇED raporlarını iptal ettirebiliyorduk. Ancak yönetmelik değişikliğine gidildi ve 25 hektarın altında büyüklüğe sahip olan taş ocaklarını ÇED’den muaf tuttular. Şimdi siz gidip de 24,9 hektarlık taş ocağı açarsanız ÇED raporu almanıza gerek yok. Bunları önlememiz yasal boyutta hakikaten çok zorlaştı. O nedenle de mesela karşınızda büyük bir taş ocağı görüyorsunuz. Ama sorduğunuz vakit önce 24,9 hektarlık bir taş ocağı açılmış, oradaki malzeme bitirildikten sonra hemen yanında 24,9 hektar daha açılmış, hemen onun yanında bir 24,9 hektar daha… Bu kanuna arkadan dolanmaktır. İkizdere’de de öyle olacak. Orada şimdi 24,9 hektarlık bir taş ocağı açılıyor. Göreceksiniz orayı da bitirecekler. Yanında bir 24,9 daha açılacak. Belki bir tane daha…

Taş ocakları ve altın madenciliğiyle tahrip olan ormanlık alanların rehabilitasyonu sağlanabilir mi?

 

Taş ocağı bittiğinde büyük tahribata uğramış olan orman alanlarının rehabilitasyonunu yapacağız denilir hep. Siz o jeolojik yapıyı bozduktan sonra neyi rehabilite edeceksiniz. Bakın Bornova’nın arkasında taş ocakları vardı. Orada rehabilitasyona dair tek bir şey görünmüyor. Çünkü zarar verilen ormanlık alanların rehabilitasyonu imkânsızdır.

 

“Çamlı Barajı’nın yapılamamasında tek etken Efemçukuru”

 

Kazdağları çevresinde siyanürle altın çıkaracak şirketin ruhsatı iptal edildi ama doğanın kalbine nasıl bir yara açıldığı ortada. İzmir’de de bir Efemçukuru var. Eskiden üzümleriyle meşhurdu, şimdi ise altın madenciliğiyle gündemde. Efemçukuru’ndaki altın madenciliğinin doğaya, kente faturası ne?

 

Bir kere oradaki altın madeni bölgenin jeolojik yapısını bozuyor. İzmir su fakiri bir kent. En önemli su kaynağı Tahtalı Baraj havzası. Buraya paralel olarak kurulması gereken bir Çamlı Barajı var. Fakat Efemçukuru’ndaki altın madeni yüzünden devlet orada barajın yapılmasına izin vermiyor. Çünkü Çamlı Barajı’nın mutlak koruma alanı içinde kalıyor bu altın madeni. Barajın yapılabilmesi için altın madeninin kapatılması zorunlu. Bu yapılamadığı için de İzmir’in su açığını karşılamak için Manisa’daki Gördes Barajı’na muhtaç hâle geliniyor. Ama orası da jeolojik nedenlerle su tutamıyor. İzmir’in içme suyunun karşılandığı barajlar içinde bugün doluluk oranında yüzde 6 ile en düşük orana sahip. Barajın su tutamadığı jeoloji mühendisleri tarafından da söylendi. Hatta barajı boşalttılar. Ondan sonra su kaçaklarını önleyeceğiz diye altına beton döktüler. Baraj şimdi havuza döndü. Milyonlarca lira harcandı ama baraj yine su kaçırıyor.

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “İzmir’i suya kavuşturduk” dediği Gördes Barajı’ndan yılda 47 milyon metreküp içme suyu gelecekti ama 2020’de ancak 309 bin metreküp su gelebilmiş…

 

Ama su faturalarımız yükseldi. İzmirli, Ankara ve İstanbul’da yaşayan insanlara göre üç kat daha fazla su faturası ödemek zorunda kalıyor. Bunun nedeni kentlinin bir süredir Gördes’ten çok düşük miktarda gelen suyun faturasını ödemeye başlaması… Olan yine insana oldu. Ancak burada biraz daha objektif olmak istiyorum. Kent kamuoyu yeterince refleks gösteremedi. Efemçukuru’ndaki altın madeninin nelere mâl olduğunun birçok insan maalesef farkında değil. Altın madeni nedeniyle baraj yapılamadığı için ucuz ve güvenilir su kullanılamıyor İzmir’de.

 

Yerel yönetimin tutumunu nasıl değerlendirirsiniz?

 

Yerel yöneticileri sonuçta kent insanı seçmiş. Belediye başkanları bu benim yetkimde değildir ayrımı yapmadan kentin sorunlarına sahip çıkması lazım. Aynı 1990’da olduğu gibi. O dönemde Aliağa’ya bağlı Gencelli’de termik santral projesine karşı yürüyenler arasında belediye başkanı da vardı. Santrali iptal ettirmek gibi yasal bir yetkisi yoktu ama yerel yönetim, sivil toplum örgütleri ve kent insanıyla gösterilen refleksle, başka deyişle kamuoyunun bilinçli tepkisiyle o santral önlenebilmişti. Eğer kentin belediye başkanıysanız kentin bütün sorunları sizin sorumluluk alanına girer. Aliağa’yla da ilgilenmeniz gerekir Efemçukuru’yla da… Kilometrelerce öteden üstelik su tutamayan barajdan çok daha pahalıya bu kentin insanına su içirilmeye çalışılıyorsa bu kentin belediye başkanı burada taraf olmalıdır diye düşünüyorum. 

 

“Bir tercih var önünüzde: Ya altın ya yaşam…” 

 

Bir yanda çokuluslu şirketler diğer yanda bir şekilde sermayeye uygun hâle getirilen ortam ve bunca çevre, doğa tahribatı… Yaşanılanı nasıl yorumlarsınız? 

 

Artık bazı sosyal bilimciler bu dönemi “antraposen çağ” diye nitelemeye başladı. Nedir bu? Kaynakların sanayi devriminden bu yana insan eliyle tüketilmesi ve bunun sonucunda ortaya çıkan çevre sorunları… Diğer bir ifadeyle kapitalist sistemde üretim ve tüketim ilişkileri içinde daha çok rant sağlama açısından düşüncesizce tüm çevresel kaynakların yok edilmesi… Para kazanıyor, kâr ediyorsan gerisi önemli değil mantalitesi var. Mesela Efemçukuru altın madeninde tenör bir ton cevherde bir gramdır. Bir ton cevherin içinden bir gram altını alıp 999 kilo 999 gramını atık olarak bırakıyorsunuz. Birkaç kilo altın için tüm kentin yaşamıyla, geleceğiyle, su kaynaklarıyla oynuyor, ormanları yok ediyorsunuz. Bir tercih var önünüzde: Biri altın, diğeri yaşam. Devlet tercihini altından yana yapmış görünüyor.

 

“Sera gazı emisyonunda yüzde 1 ila 1,5’luk pay küçümsenmemeli”

 

Çevre Bakanı Murat Kurum, geçen nisan ayında bir milletvekilinin soru önergesini yanıtlarken, termik santrallerin bacalarına ilişkin sürekli emisyon ölçüm sonuçlarının “ticari sır” olduğunu söyledi. Bu ölçüm sonuçları neden saklanıyor?

 

Türkiye’de termik santral sürekli emisyonlarının açıklanmamasındaki temel neden çoğunun filtre sistemi olmadan çalışması. Aslında filtre sistemi olsun olmasın kömürlü termik santraller hem insan sağlığı hem de iklim açısından zehir saçıyor. Bugün hiçbir filtre teknolojisi PM 2,5 ve altındaki maddeleri süzmez. Üstüne üstlük pek çoğu filtre sistemi olmadan çalışıyor. Eğer filtreyle çalışıyor ve atmosfere hava kirleticileri ile sera gazlarını bırakmadıklarını iddia ediyorlar ise buyursunlar açıklasınlar. Ticarî sır kavramının arkasına kimse saklanmasın. İnsanlar kömürlü termik santrallerin yarattığı hava kirliliğinden hastalıklara yakalanıyor. Kirli hava soluduğumuz için sağlığımızı yitiriyorsak bu hâlâ neyin ticarî sırrı? Birileri ticarî sırrını koruyacak diye biz en değerli şeyimizi, canımızı vereceğiz. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir anlayış yok. Çevresel etkilenme var ve çevrede sadece insanların değil tüm canlıların yaşamı etkileniyor ise bunu açıklamak zorundalar.

 

Termik santraller kömür yaktığı için iklim krizini en çok tetikleyen nedenler arasında. Türkiye’nin tutarlı bir iklim politikası var mı?

 

Bugün dünyadaki sera gazı emisyonu yüküne baktığımız vakit bunun yüzde 80’inin enerji sektöründen kaynaklandığını görüyoruz. Bu oranın içinde kömürlü termik santrallerin payı ise yüzde 40. Yüzde bir ila 1,5 payı ile Türkiye’nin de dahil olduğu ilk 20 ülke dünyadaki sera gazı emisyonlarının yüzde 74’ünden sorumlu. Kalan 164 ülke de yüzde 26’sından… Türkiye’de elektrik üretiminde termik santrallerin payı ise yüzde 40. Bu santrallerin yarısı ithal kömür yarısı yerli kömürle çalışıyor. Kömür tozu, atığı olan bir madde. İthal kömür alarak aslında dünyanın pisliğini ithal etmiş oluyorsunuz. Onu yakarak kendi havanızı çevrenizi kirletiyorsunuz. Geriye külleri kalıyor. İkinci nokta ise linyit kaynaklarını kullanıyorsunuz. Linyit kalorisi düşük fakat kül oranı çok yüksek kömür türü. Termik santrallerde linyitin akışkanlığını sağlamak için alçıyla filan karıştırıyorlar bir de. Dolayısıyla bunların hava kirletici etkisi ve sera gazı emisyonları çok yüksek.

 

“Kömür en vahşi madencilik türü”

 

Bazı ülkeler termik santrallerini kapatacağını taahhüt etmişti. Türkiye’nin de böyle bir planı var mı?

 

AB ülkelerinde 2030 yılına kadar kömürlü termik santraller kapatılmış olacak. Hatta termik enerjiden 2025’te çıkacağını ilân edenler var. Çünkü hem küresel iklim ısınmasını artırması hem de iş cinayetleri nedeniyle kömür madenciliği en vahşi madencilik alanlarından biri… Ancak Türkiye bugünden yarına 40’a yakın yeni kömürlü termik santral açmayı hedefliyor. Paris İklim Anlaşması’na uyum sağlanmak isteniyor ise bırakın yenilerini açmayı faaliyette olan santraller için acilen bir tasfiye planı yapılarak kömür ve türevlerinin yakıldığı termik santrallerin kapatılması, elektrik ihtiyacı durumunun yeniden değerlendirilerek enerji üretiminde yenilenebilir kaynakların daha doğru ve daha çok kullanılması gerekir. 

 

Termik santrallerin diğer bir kirletici yanı da atık suları. Marmara Denizi’nde görülen müsilaj sorununu da göz önüne alırsak yeraltı suları ve denizler açısından ne gibi bir tehlike yaratıyor?

 

Termik, biyogaz, büyokütle, nükleer… Bu santrallerin hepsini genellikle su kenarlarına kurarlar. Bunun basit bir açıklaması var. Su kaynağından tonlarca miktarda çektikleri suyu soğutmada kullanıp daha sonra yeniden su kaynağına deşarj ederler ama bir farkla: Isınmış olarak! Daha önce çevreciler olarak defalarca uyarmamıza rağmen bu hâlâ devam ediyor. Su kaynaklarında yaratılan ısı değişikliği nedeniyle ekosistem ciddi oranda etkileniyor. Mesela balık türleri kayboluyor, zehirli balık türleri ortaya çıkıyor, planktonlar, deniz anaları artıyor. Öte yandan sanayi tesisleri su çektikleri büyük borularda canlı üremesin diye kimyasal kullanıyor. Denizlerin ısınması ve bölgesel ekosistem bozulmalarında büyük rolü var bu santrallerin.

 

“Denize foseptik gibi davranırsanız o da aynı şekilde karşılık verir”

 

Marmara’yı öldürecek denli bir kirlilik nasıl oluştu?

 

Marmara’nın fişini 1980’li yıllarda çektiler aslında. Haliç’i temizliyoruz diye oranın bütün atığını Marmara’ya yaydılar. Madem böyle olacak keşke temizlemeselerdi. Ondan sonra derin deşarj saçmalığı çıkardılar. Marmara kapalı bir deniz. Bu denizin çevresinde 25 milyon insan yaşıyor. Türkiye endüstrisinin yüzde 50’si bu bölgede. Dilovası’nda, Çerkezköy’de, Bandırma’da, Tekirdağ’da pek çok sanayi kuruluşu var. Sadece Trakya’da sekiz tane organize sanayi bölgesi bulunuyor. Bunlar atıklarını Ergene Nehri’ne boşaltıyor. Simsiyah akan Ergene ise derin deşarj yoluyla Marmara’ya pompalanıyor. Bunu neden yaptıklarını sorduğunuzda Marmara’dan Karadeniz’e derin akıntılar olduğu söyleniyor. Ama şimdiye kadar yapılan tüm araştırmalar gösteriyor ki pompalanan kirli suyun yüzde 10’u Karadeniz’e gidiyor. Gerisi Marmara’da kalıyor. Endüstriyel ve kentsel atıkları arıtmadan boşaltırsanız bundan kurtulamazsınız. Denize foseptik gibi davranırsanız o da aynı şekilde karşılık verir. Böyle bir durumla karşılaşmamak, denizleri kirletmemek için endüstriyel ve kentsel atıkların arıtılmadan deşarj edilmesini önlemek gerekir. Hatta arıtılmış suyu bile denize deşarj etmeyip bunu tarımsal uygulamalarda kullanmak lazım.

HABER : SERCAN ENGEREK / İZMİR

En az 10 karakter gerekli
Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.


HIZLI YORUM YAP

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. KVKK uyarıları ve detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.