Her yıl mart ayının ilk haftasında düzenlenen film gösterimleri, panel, atölye gibi etkinliklerle sınırlı kalmayan Kadın Yönetmenler Festivali, kadınlara alan açarak sektörde bir kadın dayanışma ağı yaratıyor. Festival düzenlerken yolları kesişen ekip, festivali sürdürülebilir kılmak için 2021 yılında Kadın Yönetmenler Derneği’ni kurdu. Derneğe sadece kadınlar ve yönetmenler değil görüntü yönetmenleri, sanat yönetmenleri, kurgu yönetmenleri ve yapımcılar da üye olabiliyor. Festival ve Dernek aracılığıyla bağımsız bir film hareketi olma iddiasını taşıyan kadın sinemacılar, amaçlarını şöyle özetliyor:
“Bugün ülkemizin sinemasından bahsederken karşımıza çıkan ‘yönetmen sineması’ deyişine biz ‘kadın yönetmenler’ deyişini ekliyoruz. Çünkü Türkiye’deki kadın sinemacıların sektördeki uluslararası ve ulusal başarılarını öne çıkarmak, dağıtım problemlerini gidermek en büyük amacımız.”
Festival Direktörü Taranç “bu, tüm kadın yönetmenlerin festivali” diye nitelediği festivale dair “Bir arada olabileceğimiz, dayanışma gösterebileceğimiz ve herkese iyi gelecek, kadın yönetmenlere kimseyi ayırmayan bir alan açtık” ifadelerini kullanıyor.
Soru: Sinema endüstrisindeki kadın yönetmenlerin yaşadıkları sıkıntıları anlatır mısınız? Sizce bu sıkıntıların temel sebebi nedir?
Gülten Taranç: Yaşadığımız coğrafyada kadın olmak çok zor, sadece sinema alanında, yönetmenlere has bir durum da değil, yönetici pozisyonundaki tüm kadınlar mobbing yaşıyor. Bence bu durumun temel sebebi ego ve yüksek olmayan bir insanın sanat üretmesi nadir görünür ancak egosu yüksek ama özgüveni olmayan kişilerle bir aradaysanız yani narsistlerle, sıkıntılar her yerde, her sektörde yaşanacaktır.
Neşe Uğur Nohutçu: Sadece sinema sektörü için değil, her sektörde kadınlar kendilerini ispat etmek için daha fazla çaba harcıyor. Çünkü kadınların işleri ya da görevleri denildiğinde akıllara ilk gelen annelik ve ev içi işler. Erkeklerle aynı beceri ya da kapasiteye sahip olsak da önceliğimiz aile yaşamı olmalıymış gibi bir algı var. Tabii sinema sektöründe de aynı şey geçerli. Türk toplumundaki patriyarkal yapı, sinema sektöründe ataerkil değerlerin hâkim olmasına sebep oluyor. Kadın erkek çalışanlar olarak aynı şartlarda çalışıyor olsak bile, uzun süren mesai saatleri, fiziksel ve ruhsal anlamda yoğun geçen zamanlar, ciddi bir ücret eşitsizliği durumu var ve bir kadın yönetmen olarak sette olduğunuzda sizi muhatap almayan pek çok durum ve insanla da karşılaşabiliyorsunuz.
Aslı Akdağ: Kadın yönetmenlerin sıkıntısı öncelikle rüştünü ispatlamak adına erkeklere oranla çok daha fazla çalışmak zorunda kalmak bana kalırsa. Finans kaynağı olabilecek sayılı fon var ülkemizde ve bu fonların destekledikleri projelere bakarsanız çoğunluğunu erkeklerin oluşturduğunu görürsünüz. “Kadınlardan gelen başvuru az ya da projeler kalitesiz” gibi söylemlerle bu durum normalleştirilmeye çalışılıyor olsa dahi kendi aramızdaki iletişim ağı sayesinde görüyoruz ki durum hiç de öyle değil. Sonra festivallerde jürilerimiz erkek ağırlıklı. Dolayısıyla filmler buna göre bir bakış açısıyla değerlendiriyor. Yani proje geliştirmeden onu realize etmeye ve hatta festivallerde başarı elde etmeye kadar giden uzun ve meşakkatli yolda film yapmaya çalışan kadınların ekstra çaba harcaması gerekiyor görüldüğü üzere.
Soru: Yönetmenlik yaparken şiddetin herhangi bir şekline ya da mobbinge maruz kaldınız mı? Kaldıysanız bu durumla nasıl başa çıktınız?
GT: Ben ilk uzun metrajımı gerçekleştirene kadar kilom ile ilgili birçok psikolojik şiddete maruz kaldım. Ön yargı ile yaklaşıldı ve uyuşuk olduğum düşünüldü ancak 10 yıldır 3 gün tatile zor gitmişimdir. Kilolu olduğunuzda insanlar çalışkan olmadığınızı düşünür. Halbuki şans verselerdi bugün belki hâlâ asistandım ama bir anda kredi çekerek kendimi yönetmen koltuğunda buldum. Öncesinde de sonrasında da yeterince maddi manevi bedel ödediğimi düşünüyorum. Başa çıkma yöntemim ise gözümde canlandırmak… Bir şeyi gerçekten istiyorsam, bu bir film olabilir, festival olabilir ya da bir şarkının klibi olabilir, gerçekleşene kadar peşini bırakmıyorum.
NUN: 2003 yılından beri, belgesel alanında çalışmış olmamdan dolayı gitmediğim şehir ya da köy kalmadı. Çekimle ilgili gerekli düzenlemeleri yapmaya çalışırken birçok kez kadın olduğum için ciddiye alınmadığım oldu. Zaten bir önyargıyla karşılaşarak başlıyorsunuz. “Bu kadın bize ne anlatıyor şimdi” diye boş gözlerle bakan kişilere yapmak istediğim belgesel hakkında ikna etmek için çok daha fazla konuşmam ve konu ile ilgili ne kadar bilgi sahibi olduğumu ispatlamam gerekti ve sette çok daha mesafeli, sert ve otoriter olmam. Bir nevi erkekleşmek zorunda kalıyorsunuz.
AA: Mobbingin türlüsü var tabii. Uzun yıllar ‘sen avukatsın; neden sadece kendi mesleğini yapmıyorsun?’ tarzında anlamsız söylemlere maruz kaldım. Şimdiyse ödül alan sinemacı bir kadın olunca başarılarımız değersizleştirilmeye çalışılabiliyor. Bekleyiş ile Jüri Özel Ödülü aldığımız 58. Uluslararası Antalya Film Festivali sonrasında bu başarımızı jürinin pozitif ayrımcılığı gibi değerlendirenler oldu. Ardından 32. Ankara Film Festivali’nde çoğunluğu erkek olan bir jüri tarafından En İyi Belgesel Ödülü’nü aldığımızda bu haksız söylem tarihe karışmış olsa da oldukça sinir bozucu bir durum. Sürekli kendimizi, yaptığımız işleri ispatlamak için bir strateji geliştirmek durumunda bırakılıyoruz. Bana kalırsa bunların hepsi psikolojik şiddettir.
Soru: Bağımsız sinema yapan kadın yönetmenler için yerel yönetimlerden ve şirketlerden ne gibi destekler bekliyorsunuz? Bugüne kadar yerel yönetimler ve şirketler size ne tür destekler verdi?
GT: Bağımsız film yapmak, onu izleyiciye ulaştırmak gerçekten zor çünkü ana akımın her zaman bütçesi var, izleyici kitlesi var. Biz bu nedenle festivale başladık… İzmir Büyükşehir Belediyesi bu anlamda en büyük destekçilerimizden, bu yıl son üç günümüzü Tire Belediyesi’nin ev sahipliğinde gerçekleştireceğiz. Yıllar içerisinde yerel yönetimlerle iş birliklerimiz arttı ve bu durumdan çok mutluluk duyuyoruz, bu yıl itibariyle film çekimleri içinde yerel yönetimler ile yönetmenlerimizi buluşturacağız. Yönetmenlerimize çeşitli gezilerle şehri tanıtmayı planlamaktayız. İzmir’deki şirketler henüz maalesef film festivalinin şehre olan getirisinin farkında değil, daha herhangi bir şirketten gerçek anlamda bir destek bulamadık… Geçen yıl itibariyle Kadın Yönetmenler Derneği’ni kurduk çeşitli fonlara başvurarak festivalimizi devam ettirmeye çalışıyoruz.
NUN: Kadın yönetmenlerin sayısı zaten az, bir yerden destek alarak filmini yapan kadın yönetmenler daha da az. Bunu festivallere bakarak da anlayabiliyorsunuz zaten. Kadın yönetmenlere alan açmak ve destek vermek için kadın yönetmenlere özel festivaller gün geçtikçe artıyor. Bu gerçekten çok önemli! Yerel yönetimler ve şirketlerden ekstra bir destek beklemiyorum. Yapılacak işi teslim etme noktasında sadece cinsiyet üzerinden bir seçim yapmasınlar yeter. Belki bu süreçte en azından eşitsizlik durumu düzelene kadar pozitif ayrımcılığa ihtiyaç duyuyor olabiliriz.
AA: Bağımsız sinema yapan kadınlara uygulanan pozitif bir ayrımcılık asla söz konusu değil. Ancak bence olmalı. Kimse kusura bakmasın üç sıfır geriden başlamak durumunda bırakıldığımız bir dünyada TRT gibi devlet destekli yayıncıların, fonların, film yapımına ayırdıkları finansmanın yüzde ellisini kadın projelerine ayırmaları gerekiyor. Ancak bu şekilde sinemamızın anlatım dili de daha farklı bir yöne evrilebilir.
Soru: Pandemi ve ekonomik kriz, kadın yönetmenleri ve festivalinizi nasıl etkiledi?
GT: Her sektörü çok etkiledi. Belki bir anlamda sinemanın, televizyonun bir ihtiyaç olduğu artık herkesçe biliniyor. İnsanlar pandemide evde ekmeklerini yapabildi ama kimse bir şey izleyemeden, müzik dinleyemeden duramadı, bunun olumlu sonuçları yıllar içinde daha da ortaya çıkacaktır.
Biz geçen yıl festivali devam ettirebilmek adına 3 ay boyunca aralıksız festival düzenledik, maddi olarak bu durumda hem Festival Direktörü olarak hem Dernek Başkanı olarak sorumluluk bana kaldı. Festivalin ödemelerini gerçekleştirebilmek için yine kredi çekmek durumunda kaldım, hâlâ geçen yılın borcunu kapamaya uğraşıyorum. Hiç dinlenemeden beşinci yıl başladı bile… Ancak 92 bin erişim sağladık, 12 bin izlenmemiz oldu, bunlar fiziksel bir festivalde ulaşılamayacak sayılar.
NUN: Tabii ki her sektör gibi olumsuz etkilendi. Yeni projeler için daha fazla desteğe ihtiyaç duyuyoruz.
AA: Film sektörü bizim ülkemizde endüstrileşmemiş, kaygan bir zeminde seyrediyor. Hâl böyle olunca sektörün halkalarından olan herkes gibi kadınlar da etkilendi elbette. Proje geliştirmek, iş yapmak, çalışmak istiyorsunuz ancak bu çalışmanızı destekleyecek bir yer yok…Bu gerçekten çok yorucu bir durum.
Soru: Türkiye sinemasında son yıllarda kadın bakış açısını yansıtan yönetmenlik örnekleri sizce arttı mı?
GT: Aksine azaldı diyebiliriz. Bu yıl maalesef ulusal uzun metraj yarışması açamadık. Çünkü yarışacak altı ulusal kurmaca uzun metraj film yoktu.
NUN: Kadın yönetmenler tarafından, kadını temsil eden ve kadın sorunlarını konu eden filmler özellikle 2000’li yıllardan itibaren arttı. Daha önceki dönemlere baktığımızda zaten ataerkil yapının sinemaya etkisini çok net görüyoruz. Kadın karakteri hep ikinci planda ve filmlerdeki temsili ya çok iyi kadın; evine ailesine bağlı, fedakâr- ya da çok kötü kadın, cinselliği ön planda tutan, işinde patron olan, vamp karakter şeklinde. Ama 2000’li yıllardan sonra hikâyenin kadın karakter etrafında kurgulandığı, ikincil planda olmadığı ve kadın sorunlarına dikkat çeken filmleri daha çok görüyoruz. Bu da farkındalık yaratmak açısından çok önemli.
AA: Elbette arttı; daha da artacak. Sinema bir problemi aksettirmek için de bir anlatım yolu olduğuna göre, ancak böyle böyle anlatarak yaşadıklarımızı sağaltabileceğiz. Bu toplumun kadınları olarak ‘iyileşmeye’ ve de sesimizi duyurmaya çok ihtiyacımız var.
Soru: Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
GT: Öyle bir coğrafyadayız ki sözleşmeler, kanunlar bu ülkede durdurma gücüne sahip değil… Trafikte bile araçlara yeşil yanarken bir an önce karşıya geçmek isteyen insanlarla bir arada yaşıyoruz. Zihniyetin değişmesi yıllar alacak, bu olay dilden başlayacaktır. Atasözleri, deyimlerden tutun dizilere, kitaplara kadına şiddete teşvik edecek yönlendirmelerle dolu. Sözleşmedeyken de cinayetler oluyordu, sözleşmeden çıktık katlanarak artıyor… Kadın cinayetleri ile ilgili bu sözleşmeden çıkılmadığını dile getiriyorlar. Bu bence toplumun bir kesimini yok saymaktır ama yok dediğiniz bir şey varsa sözleşme yine belirleyici değildir diye düşünmekteyim.
NUN: Çok büyük bir hayal kırıklığı ve derin bir üzüntü hissediyorum bu konuda… Ve tabii büyük bir öfke. Toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesine dayanan ve uluslararası hukukta bağlayıcılığı olan bir sözleşmeden çıkmak zaten kara olan bir tablonun daha da kararmasına sebep oldu. Türkiye’de 2020 yılında 300 kadın öldürüldü. 2021 yılında 280 kadın öldürüldü, 217 kadın ise şüpheli bir biçimde ölü bulundu. Bunlar korkunç rakamlar, yaşadığımız durum bir cinskırımdır. Sözleşme, kadına karşı şiddetin ‘toplumsal cinsiyete dayandığını’ ve ‘kadınla erkek arasında süregelen eşitsiz güç ilişkilerinin bir sonucu olduğunu’ söylüyor aslında, ülkeye bu eşitsizliği tamamıyla ortadan kaldırmaya yönelik yükümlülükler getiriyor. Bu bağlamda sözleşmeden çıkmak tarihi bir hata bana göre.
AA: Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesinden çıkması, hepimizin de bildiği üzere yönetimin politik bir stratejisinden ibaret. Oysa bu Sözleşme’nin içeriğinde mantıksız, savunulmayacak; vazgeçilebilecek tek bir maddeye rastlayamazsınız. Bu elbette kabul edilemez bir durum. İnsan yaşamına verilen değerin ayaklar altına alındığı bir dönemdeyiz. Kadın olaraksa tamamen değersizleştiriliyoruz; suçlular cezasız kaldıkça bundan cesaret bulan büyük bir kesim var. Bu ülke topraklarında yaşayan hiçbir kadının şu anda güvende olduğunu söyleyemeyiz. Bunun böyle gideceğini asla düşünmüyorum ama; gitmemeli. Bu kabul edilemez yanlıştan elbet dönülecek.
Gülten Taranç, 1990 yılında İzmir’de doğdu. 2008’de Rotary Exchange Programı ile Meksika’ya değişim öğrencisi olarak gitti. Universidad de Quintana Roo’da İspanyolca ve Latin Dansları eğitimi aldı. 2013’te Dokuz Eylül Güzel Sanatlar Fakültesi (GSF) Film Tasarım Bölümü, Yönetmenlik Anasanat Dalı’ndan mezun oldu. İki yıl sonra Taranç & Taranç Film Prodüksiyon’u kurdu.
Yönetmenliğini ve yapımcılığını üstlendiği bağımsız ilk uzun metrajlı filmi “Yağmurlarda Yıkansam” ile 53. Antalya Film Festivali Rengahenk Seçkisi İzleyici Ödülü’ne lâyık görüldü. 2017’de Marmara GSF Sinema-TV bölümünde yüksek lisansını tamamladı.
İkinci filmi “Salyangozlar” ile Köprüde Buluşmalar 2021’de Köprüde Buluşmalar Ödülü’nü almaya hak kazandı. Uluslararası Kadın Yönetmenler Festivali direktörlüğünün yanı sıra Kadın Yönetmenler Derneği’nin kurucu üyesi olan ve başkanlığını da yürüten Taranç, Musiki Eseri Sahipleri Meslek Birliği ve Wizard of Marketing Communications üyesi. 2010’dan beri kadın sorunlarıyla ilgileniyor ve kadınların Türkiye’de yaşadığı problemlerle ilgili filmler üretiyor.
Neşe Uğur Nohutçu, Bandırma’da 1981 yılında yaşama gözlerini açtı. İlkokulu Diyarbakır’da, ortaokul ve liseyi Eskişehir’de okudu. 2003 yılında Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-TV Sinema bölümünden mezun oldu. 2004-2007 yılları arasında Trt-2’de yayınlanan “Derin Kökler” belgeselinin yönetmen yardımcılığını ve kurgusunu yaptı. 2007-2010 yılları arasında “Anadolu’da Zaman” ve “Seyyahların İzinde” adlı belgesel programlarının yardımcı yönetmenliğini, 2011-2014 yılları arasında ise “Yol Arkadaşım ” isimli gezi kültür programının yönetmenliğini üstlendi. Nohutçu daha sonra, Tunga Film’de yaklaşık on beş yıl yönetmenlik yaptı.Neşe Uğur Nohutçu
Yönetmenliğini yaptığı 2020 yapımı, seramik sanatçısı Tuba Korkmaz’ın öyküsünü anlattığı “Töz” adlı belgeseliyle 4. Kadın Yönetmenler Festivali’nde Kamera Göz Ulusal Kısa Belgesel Yarışması’nda finale kaldı. Belgesel, ayrıca 1. Çukurova Belgesel Günleri, 2020 Gösterim Seçkisi’nde izleyicilerle buluştu.
Nohutçu, şu anda yeni projesinin araştırma aşamasında.
Lisans eğitimini Hukukta, yüksek lisans eğitimini ise Kadir Has Üniversitesi Film ve Drama Yapımcılık programında tamamladı. Birçok yapım şirketinde çalıştı. Uzmanlık alanı fikri mülkiyet ve medya olan Akdağ, hâlen bu alanlarda danışmanlık yapıyor.
Yapımını üstlendiği “Genç Pehlivanlar” kurmaca belgesel filmi, 66. Berlin Film Festivali’nde prömiyerini yaptı ve özel mansiyon ödülünü kazandı. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Kurgu Ödülü ile Behlül Dal Özel Ödülü’ne lâyık görüldü. Yönetmenliğini yaptığı “Bekleyiş” adlı belgeselle 58. Antalya Altın Portakal Film Festivali Ulusal Belgesel Film Yarışması’nda Jüri Özel Ödülü, 32. Ankara Film Festivali Ulusal Belgesel Film Yarışması’nda En İyi Belgesel Film Ödülünü kazandı. 71. Berlin Film Festivali’nde Avrupa Film Pazarı Türkiye Kataloğu’nda, 74. Cannes Film Festivali’nde ise Avrupa Film Pazarı Türk Filmleri Kataloğu’nda yer aldı. “Ayrık Otu” adını taşıyan kısa filmiyle ise 1. Vicdan Filmleri Yarışması’nda Yarışma Filmi seçildi.
Psikolojik bir gerilim hikâyesi olan yeni projesinde Akdağ, bilinçaltına attığı anılarıyla yüzleşen bir kadını anlatacak.
HABER : Haber: Ebru Apalak
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. KVKK uyarıları ve detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.