Faruk Bildirici
Haberin girişinde “…yangınla ilgili bilirkişi raporu hazırlandı. Raporda yangının elektrik direğinden kaynaklandığı belirtildi” deniliyordu ama haber şöyle devam ediyordu:
“Diyarbakır ve Mardin’de faciaya dönüşen anız yangınlarıyla ilgili incelemeler sürüyor. Yangının çıkış sebebi belirlendi. Elektrik Harita ve Ziraat yüksek mühendislerinden oluşan üç kişilik bilirkişi heyeti yangınla ilgili raporu hazırladı.
Raporda sigortalı ayırıcı direğinde sigorta yerine iletken tel sarılmış olduğunun tespit edildiği belirtildi. İletken telinin koparak yerdeki otları tutuşturması sonucu yangının başladığı ifade edildi. Ancak başsavcılık, raporu yetersiz buldu. Daha detaylı ara rapor hazırlanmasını istedi.”
Bu rapora güveniyor ve izleyiciye aktarıyorsanız hâlâ “anız yangını” demenin ne alemi var? Hem “yangının elektrik direklerinden kaynaklandığı” bilgisini verip, hem de “anız yangını” olarak adlandıramazsınız.
Kaldı ki, NTV’nin haberi yayımlandığında 20 Haziran’daki yangının üzerinden dört gün geçmişti. İlk rapordan sonra tanık ifadeleri, itfaiye raporu, hatta elektrik direğinden düşen kıvılcımların görüntüsü de ortaya çıkmıştı. DEDAŞ da uydu görüntüsüyle kendini savunuyordu.
Böyle bir durumda gazeteci olarak yapılması gereken, dikkatle araştırmak, varsa DEDAŞ’ın sorumluluğunu ya da müdahaledeki gecikmeyi ortaya koymaktı. Kesin tespit yapılamıyorsa da en azından iki tarafın açıklama ve suçlamalarına yer vermekti.
Zaten muhalif medya, “anız yangını” olmayabileceğine dair verileri ikinci günden itibaren yayımlamıştı. Buna rağmen başta Anadolu Ajansı olmak üzere yaygın medyanın büyük bölümü, aradan günler geçtikten sonra bile -NTV gibi- “anız yangını” olarak tanımlamayı sürdürdü.
Nedeni de İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, Diyarbakır Valiliği ve DEDAŞ’ın, yangının “anız yakılmasından kaynaklandığı” açıklamalarına ilk andan itibaren itibar etmeleriydi. Zaten birkaç gün sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan da “Anız yangını” diyerek hükmü ilk ağızdan ilan etti. Sadece yetkililerin açıklamalarıyla haber yapmak, gazetecilik refleksinin ölümüdür.
Oyuncu Beren Saat’i, denize girerken uzaktan gizlice görüntüleyen muhabirin “Ben bu Beren’i yerim” demesi ve bunun televizyonda yayımlanması gazetecilik adına utanç vericiydi.
Ne yazık ki, Ekol TV’nin, “aynı görüntüyü çeken bir başka kanalın muhabiri tarafından kullanılan cümleler dikkatten kaçmış, inceleme başlatıldı” açıklamasında özür dilenmedi. Hatta “Beren Saat fiziğiyle büyüledi Kenan Doğulu ise karizmayı çizdirdi” haberini de silmediler.
Ekol TV muhabiri Uğur Kotan ise “İki gündür bunca haksız hakarete maruz kalmama rağmen ölü taklidi yapan ilgili kurumu ve muhabirini de şaşkınlıkla izliyorum” diye savundu kendisini.
Kotan’ın o muhabirin adını anmaması anlaşılabilir ama o magazin muhabirinin özür dilemesi, çalıştığı TV kanalının da onu savunmaması, bu yakışıksız tutuma karşı tavır alması gerekirdi.
Bu vakada tek sorun muhabirin o yakışıksız sözleri söylemesi de değil. Magazin muhabirleri doğal görüyor olabilir ama sahilden uzakta, kimselerin göremeyeceğini varsayarak, tekneden denize giren Beren Saat’in görüntüsünün çekilmesi, özel yaşamının gizliliğinin ihlalidir.
Ünlü bir sanatçı da olsa Beren Saat’in, kamusal alanda -örneğin bir plajda- değil, gözlerden uzak olduğunu sandığı bir yerde denize girerken tele objektiflerle görüntüsünün alınmasını basın özgürlüğüyle savunamayız.
Bu olayın bir üzücü tarafı da kadın bedeninin teşhiri ve Hadise’nin söylediği gibi “kadına taciz”in de söz konusu olduğu o görüntülerin onlarca haber sitesinde hâlâ yayında olması…
Türkiye gazetesi, 26 Haziran’da “4 bin katil Türkiyeli” manşetiyle çıktı. Hemen altında da “Türkiye pasaportu taşıyan dört bin siyonist, Gazze’deki soykırım suçuna ortak oldu. Bunlardan 400’ü doğrudan Türkiye’den gitti” deniyordu.
Türkiye’den bir gün önce de Yeni Şafak’ta “Türkiye Yahudileri neden sessiz: Büyük çoğunluğu İsrail’i haklı buluyor” başlıklı haber yayımlandı. İki haber de Türkiye’deki Yahudileri, Gazze’deki katliamlardan sorumlu tutuyor, suçluyor, hedef gösteriyordu.
Elbette gazeteci olarak İsrail’in Filistin halkına uyguladığı insanlık dışı savaşa, zulme ve cinayetlere karşı tavır almalıyız. Buna şüphe yok. Ama İsrail devletinin yürüttüğü kanlı savaşa itiraz ederken, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Yahudileri hedef göstermemeli, onları nefret söylemine kurban etmemeliyiz. O insanlara yönelecek bir saldırıdan gazetecilik sorumlu olur.
Türkiye gazetesinde “İsrail’deki Türkiyeliler Birliği”ne atıfta bulunulan haberin başlığında “Türkiyeli” sözcüğünün tırnak içine alınmaması dikkat çekiciydi. Gerçi haberin içinde “Türk vatandaşı” da deniyor ve bir yerde “Türkiyeli” tırnak içine alınıyordu ama “Demir Kubbe’ sisteminin başındaki generalin de bir Türkiyeli olduğu öğrenildi” cümlesi de kullanılıyordu.
Hem aynı başlığı ertesi gün gazetenin yazarı Rahim Er de tırnak içine almadan kullandı ve yazısında tam dokuz kez “Türkiyeli katiller” dedi. Zaten Rahim Er yıllar önce kaleme aldığı bir yazıda Anayasa’daki vatandaşlık kavramını değerlendirirken “gayrı müslim azınlıklar, vatandaş olunca nasıl Türk olmaktadır” diye sormuştu.
Türkiye gazetesi, ünlü oyuncu Oktay Kaynarca’nın “Ben Türkiyeliyim” sözlerine tepkiler yükseldiğinde ona destek vermemişti. Ama anlaşılan Yahudiler söz konusu olunca iş değişiyor; Yahudiler’e “Türkiyeli” denilmesine itiraz etmiyorlar! Başka bir deyişle, Türkiye’de yaşayan herkes “Türk vatandaşı” ama bazıları “Türkiyeli” olabiliyor!
İran’daki seçim kampanyasının en çarpıcı yanı, kuşkusuz, altı cumhurbaşkanı adayının devlet televizyonunda tam dört kez canlı yayına çıkmalarıydı.
İktidar medyası, Türkiye’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yıllardır bırakın seçimlerde rakipleriyle canlı yayına çıkmayı, eleştirel gazetecilerin bile karşısına çıkamadığını çağrıştırmak istemediğinden olsa gerek, İran’da adayların katıldığı bu programları haber yapmaktan kaçındı. Anadolu Ajansı, Aydınlık, Hürriyet, NTV, Takvim dışında adayların tv’deki tartışmalarıyla ilgili haber göremedim. Onlar da dört programdan sadece birini kısaca haberleştirdi.
Aslına bakarsanız, muhalif medyada da İran’daki seçimlere gereken önem verilmedi; tartışma programlarının tümü haberleştirilmedi. Oysa reformist aday Mesud Pezeşkiyan, “kadınlara zorla başörtüsü taktırılamayacağını” savunuyor, Türk olduğunu açıkça söylemekten geri durmuyordu.
Buna rağmen o programlar Türkiye’de muhalif medyanın gündeminin ilk sırasına çıkamadı; TV programlarının ana konusu olamadı. Muhalif medyadan bir kanal çıkıp da İran’daki adayların tartışma programının bir bölümünün bile tümünü yayımlayamadı.
Adil ve demokratik bir seçim için adayların ortak TV programına çıkmalarının elzem olduğunu seçmenlere anımsatmak kötü mü olurdu? İran örneğine imrendim doğrusu. Tabii bu uygulamanın onca direniş, onca mücadele ve onca ölümün kazanımı olduğunu da unutmadan…
Tek cümleyle:
ELEŞTİRİ, ŞİKÂYET VE ÖNERİLERİNİZ İÇİN: [email protected]
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. KVKK uyarıları ve detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.